Bu hafta sizlere; maymunlara kurulan bir tuzağın işleyiş biçiminden çıkarılması gereken dersleri ve bu dersleri insana yönelik yorumladığımızda karşımıza çıkan manzarayı, değerli yorumlarınıza açık olarak anlatmaya çalışacağım.
***
Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır: Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Bu yarıktan açık olarak içeriye sokulan el, yiyeceği alıp çıkarken yumruk yaptığından, dışarı çıkarılamaz.
Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde, maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi açgözlülüğünün gücü tutsak etmiştir. Tutsaklıktan kurtulmak için yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, yiyeceği bırakıp bu tuzaktan kurtulan maymun çok az görülür.
İşte, güzelim Türkiye’mizde; gücü yakaladığını sananlar, gelecek tehlikelere aldırmadan elini yumruk şeklinde tutmaktadır. Benliğini bağımlı olduğu şeylerden kurtarması ve içinden geldiği gibi, rol yapmadan özgürce ifade edebilmesi, aynı maymunlarda olduğu gibi, çok zordur.
Çalışanlar, bugünkü Türkiye’de, çalıştığı kurumu eleştiremez. Çünkü; aynı maymun gibi, elinde tuttuğu yiyeceği bıraktığında, bir daha yiyecek bulamayacağını sanır. Bu nedenle; Hindistan cevizinin içindeki tatlının büyük veya küçük olması, o insanın, Hindistan cevizinden elini çekmesi veya çekememesi ile doğru orantılıdır.
Havacılık sektörü, diğer sektörlere göre, genelde yüksek ücretlerin seyrettiği bir sektördür. Yüksek maaşların altında ezilen çalışanlar, mantıklarına uymayan bir çok uygulamaya ses çıkartamamaktadır. Kısaca; ekonomik güce kavuşmuş bu kişiler, haklı olduklarını bildikleri halde, kendilerine yapılan haksızlıklara karşı çıkmazken; düşük gelir grubunda yer alan kişilerin, haklı olduklarını hissettikleri an riske girmeyi göze almaları daha kolay olmaktadır. “Maymunlaşmaya Hayır “ diyen Tekel işçileri gibi.
Kısaca; söylenenin aksine, ekonomik güç ve makamlar yükseldikçe korku da artmakta.
Devlet kurumlarımızın başlarında olanlar, devlet adına iş yapmalarına rağmen, siyasi iktidarı hangi parti temsil ediyorsa, o yapıda düşünürler ve kendilerini o yapıya uygun icraat yapmak zorundaymış gibi hissederler. Zaten iktidardaki siyasilerce yapılmak istenen; kurumları, çalışanları kendileri gibi düşündürtmek ve icraatlarını kendi düşünce yapılarına göre şekillenmesini sağlamaya çalışmaktır. Oysa ki; o devlet memuru, siyasi iktidarın değil, devletin memurudur ve maaşını, siyasi iktidardan değil, görev yaptığı devletin vatandaşlardan topladığı vergilerden almakta olduğunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Aynı örneklemeyi burada da vererek maymun-tuzak-insan üçgeni içerisinde görev anlayışının şekillendiğini görmek mümkündür.
Bu örneği sadece devlet kurumlarımızdan değil, diğer işyerlerimizden de vererek çoğaltmak mümkün. Çalışanların; özgürce, çalıştığı kurumu eleştirebilmesi ve işverenlerin de kendilerini eleştiren çalışanlarını dışlamadığı bir ülkede, zaten sorun kalmaz. Sektörümüzde bu böyle midir?
Hayır!
Sektörümüz kurumlarının başındaki yöneticiler, siyasi otoriteyi temsil eden bakandan izin almaksızın konuşamazlar. Şirketlerimizde çalışanların da; şirketi hakkında olmasa bile, sektör ile ilgili kişisel görüşlerini dile getirmelerinin suç sayılma ve işten atılarak cezalandırılma riski vardır. Bireysel veya toplumsal sorunları dile getirenlere en azından; “Şamata yapma, kes sesini” denebilir.
Şimdi burada, siyasilerimiz tarafından her konuda; “demokratikleşme rüzgarları”, “açılım rüzgarları” estirildiğini anımsayacak olursak, çok haklı olarak; çalışanların da hak ve özgürlüklerini demokratikleştirecek bir açılıma gereksinimleri olduğunu sayın devlet büyüklerimize duyurmak gerekmektedir.
Peki, şimdi diyeceksiniz ki; tamam da, sektörde genel müdürler ve patronlar var. onlar neden çekinsin ki? Rahatça, yanlışları eleştirebilir ve haklarını arayabilirler. Onlar, hem vergi ödeyip, hem de ülkenin issizlik sorununu çözecek istihdamı sağlamışken, neden korkarlar ve haklarını aramazlar? Konuşamamalarının nedeni nedir?
Bu sorunun yanıtı olarak; yine, yukarıda açıklamaya çalıştığım maymun örneği verilebilir. (Yani açıkçası, elimizdekilerin yitirilme korkusu… )
Bazı patronlar; Hindistan cevizinin içindeki tatlının büyüklüğüne aldanarak, bir gün mutlaka bir avcı tarafından özgürlüğünün elinden gideceğini bile, bile yumruğunu açmaz ve elindeki tatlıyı bırakmaz.
Peki, onları ürküten konu nedir? Onları ürküten konu; ellerindeki tatlının büyüklüğü ve bir daha eline geçemeyeceği korkusudur. Eleştirmezler, alkışlarlar, övgüler düzerler, ama, bunu hiçbir zaman içten gelerek yapmazlar. Başka bir iktidara kadar bu övgü sistemi sürer. Ne zaman mevcut iktidar gider, yeni bir iktidar gelir, işte o zaman; “Kral öldü, yaşasın yeni Kral!” oyunu oynanır. Bu çark böylece döner durur ve bu sistem, senelerdir böyle sürer gider.
Peki, sistem böyleyse; Sivil Havacılığımızın otoritesi, sektörün patronları ve genel müdürleriyle rutin toplantılar yaptığında, kim kalkacak da, “bu sistem böyle yürümez, burada hatalar vardır, alt yapısız bir büyüme içersindeyiz, rötarların sebebini önce otoriteler kendinde aramalı” diyebilir? Eğer derse, devletin gücünü ve uyum sağladığı siyasi iktidarın yetkisini kullanan otorite bunu sistemin yürüyüşüne yönelik eleştiri mi, yoksa kendine yönelik bir başkaldırı olarak mı yorumlar? Ne dersiniz?
Cevabınız; “Baş kaldırma” ise, “Yandı gülüm keten helva”…
Devlet kurumunu yöneten yönetici de, sorun olmadığına göre bu işi çok iyi yürüttüğü izlenimine sahip olur ve yanlışının farkında olamaz. Bu kanıya nereden sahip olduğumu sorarsanız; sektördeki yöneticilerin otoriteye yapamadıkları eleştiriyi, özel sohbet anlarında, yani, özgürleştiklerinde ağızlarından fazlası ile aldığımı söyleyebilirim.
Biz Türkler; “önce sorun çıksın, sonra çözeriz” mantığı ile iş yaparken, yabancılar; çıkması olası sorunları önceden görüp önlemini aldıktan sonra iş yapıyor. Bunları yetkililere haykıracak bir kişi var mıdır?
Atatürk Havalimanının, çok önce yazdığım bir yazıda, artık doyum noktasına eriştiğini ve önlem alınmazsa, rötarların artacağını, apronda yer kalmayacağını, slotların farklı meydanlara yönlendirilmesinin şimdiden düşünülmesi gerektiğini söylediğimizde, kimse önemsemedi. Çünkü biz; sorun en üst seviyeye çıkmadan, çözüm arayışlarına girmeyen bir milletiz.
Hatırlarsınız, bir yazımda Sabiha Gökçen Havalimanının mükemmel yeni terminali olmasına karşın, artmakta olan hava trafiğine, gelecekte tek pistle ve iki high speed exit’le yanıt verebilmesinin mümkün olamayacağını belirterek, seyrüsefer yardımcı aletlerinin yetersizliğini ve alçalma seviyesinin hala CAT-1 olmasını eleştirmiştim.
8 Mart 2010 tarihinde Atatürk Havalimanı notamlanarak divert eden uçakların, teknik inişlerin yapılamayacağı belirtilmişken ve Sabiha Gökçende 11 Mart günü yaşanan ILS sorunu yüzünden uçakların Çorlu hatta Ankara’ya yönlendirilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Bunların olacağı önceden bilinirken, ellerinde tuttukları Hindistan cevizinin içindeki tatlıyı bırakmamakta direnen, bir gün avcı tarafından tamamıyla yok edileceğini bile, bile elini çıkartmayan yöneticilere ne demek gerekiyor? Şirketlerin ceplerinden ekstra giden yakıt paraları,şirketlerinin bu nedenle uğradığı rötarlar,yakıt kritiğine girme stresi taşıyan pilotlar nerdesiniz?. Bunların korkudan isim veremeyerek attıkları yorumları okuyor musunuz? İşte gerçekler orada yazıyor.
Peki o zaman; sivil havacılığımızın eleştirilemediği, sorunlar ve çözümlerinde fikir birliğine varılamadığı yerde ne olur? Cevabı lütfen içinizden verin. Hatta yorum bile atmayın. Ben sizi duyabiliyorum.
Havacılığımız; Dün olduğu gibi bugünde, siyasilerin ve kendilerini ona uygun şekle getirmiş devlet memurlarının iki dudağı arasında şekillenir ve sistem resmen kimsenin mutlu olamayacağı şekilde kilitlenir.
Aslına bakacak olursak; suçu devlet adına görev yapan otorite dediğimiz yöneticilerde bulmuyorum. Her insan bazen en iyi kendisinin bildiğini sanabilir. Her insan, övgü ve iltifatları sever. Alkışlanmak, önem verilmeyi istemek insana özgü özelliklerdir. Ancak, İnsanların yaradılışında var olan bu yapıyı kullanıp, onları kendi istekleri doğrultusunda yanlışa götürmek için sahte övgü ve iltifat yağdıran insanlarla, gerçekten yapıcı bir tarzda doğruları söyleyerek eleştiren insanları o yönetici ayırt edemiyorsa kendi sonunu hazırlar. Dolayısıyla istemeden de olsa Kendini ve kurumunu kullandırırlar ve süresi dolup görevini terk ettiğinde. Kimse aramaz, sormaz bir köşede yalnızlığa itilirler.
Bunun yanı sıra, BAZI patronlarda (!) yerini hazmedemeyen insanlarda görülen “Ben neymişim be abi” sendromu etkisi gözlenmektedir. Bu sendroma tutulan kişiler; kurumsal çalışma yapamadıkları gibi, çalışanına da saygı duyamaz ve başarısızlığının nedenlerini düşüneceğine genellikle dengesiz tavırlar sergileyerek kendisinin eksikliğini etrafa sataşarak gidermeye çalışır.İşte herhangi bir şirkette bu uyarılar alınıyorsa, şunu bilin ki bu uyarılar, o şirketin ve kişinin bitişine çeyrek kaldığının işaretleridir(!).
Sonuç olarak; Yönetilenlerin, yönetenlerle birlikte, sorunlarını ortaya koyup özgürce ve samimi ortamlarda konuşamadıkça, bu çıkarcı sistem çerçevesinde havanda su dövülmeye devam edilir. Ne rötarlar biter, ne de uçuş emniyeti ve güvenirliliği sağlanır.
Bu nedenle, sergilediğim eleştirilerimin, hiçbir siyasi görüşe veya kişisel duygularıma göre şekillenmediğini, sektörün mutfağındaki asıl işi yapanlardan aldığım bilgiler doğrultusunda değerlendirildiğinin altını çizmekte yarar görüyorum.
Maymunun düştüğü tuzağa düşmeyeceğimiz günler dilerim.