Bir haftalık kısa bir tatil dönemi için, sizlerden uzak kaldığım dönemde; haftalık köşe yazımı yazamadım, bu nedenle okurlarımdan özür diliyorum.
“Yazmış olmak için yazmak” veya “okumuş olmak için okumak” bana her zaman ters gelmiştir.
Sizlere sunduğum yazıları; kayda değer olmayan, sadece yazmış olmak adına yazılmış yazılar olmamasına özen gösteririm ve günlerce yazmam gereken konular üzerinde düşünürüm. Amatör olarak katıldığım “Airporthaber “ailesinde, havacılık sektöründe çalışan arkadaşlarıma bir şeyler verebiliyor ve onlara yaşanan olayları resmedebiliyorsam bu beni mutlu eder.
Yazılarımı yazarken, her zaman, hiçbir etki altında kalmadan kendime göre yaşananları yorumlamaya çalışırım. Tabii ki, yazdığım yazılar, her okuyucu tarafından beğenilmeyebilir veya aynı düşünceler içerisinde olunmayabilinir, buna saygı duyarım. Ama şunu bilmenizi isterim ki, bu yazılarım hiçbir şekilde ve hiçbir zaman güdümlü olmamıştır, olmayacaktır da. Bunlar sadece bana ait düşüncelerdir.
30 senelik çalışma hayatımın 30 senesini sendika üyesi, 20 senesini ise sektörümüzdeki en büyük mesleki derneklerden birinin başkanlığını yaparak geçirdim ve seçilme korkumun olmadığı bir dönemde yapılan Genel Kurulda, seçime girmeyerek, verdiğim söz üzerine görevimi yeni genç arkadaşlarıma bıraktım
Bu görevim süresince; çalışma hayatımızda işçi-işveren arasında yaşanan perde arkasında kalmış, su yüzüne çıkmamış birçok olaya yakından tanık oldum. Bu süreç, benim hayatım boyunca unutamayacağım, birçok konuda bilgi ve deneyim sahibi olmamı sağladı. Yaşadıklarımı sizlerle paylaşarak gelecek nesillere bir şeyler bırakabileceğimi düşünüyorum.
Çalışma hayatımız gerçekten çok karışık. Bir tarafta işveren, bir tarafta bizim temsilciliğimizi yapması için seçtiğimiz sendikalar.
“Çalışma hayatımızın olmazsa olmazı, sendikadır” derler. Gerçekten de bu böyle olmalıdır, doğrudur. Çalışanların emeğinin, ekonomik ve demokratik haklarının korunmasında sendikalar önemli rol oynarlar, oynamaları gerekir. 20 senedir dernekçilik yapıp, sonra sendikaların varlık nedenlerini ve önemini tartışmak abesle iştigal olur.
Günümüzde sendikalar temsil ettikleri işçilerin haklarını genellikle koruyamamakla suçlanmakta, eski sendikal anlayışlara özlem duyulmaktadır. Aslında, suçlu hiçbir zaman kurumlar olamaz, suçlu, eğer varsa, bu kurumları yönetenlerdir. Bu nedenle çalışma hayatımızın bir parçası olan sendikayı değil, sendika yöneticilerini burada biraz masaya yatırmak istiyorum. Yazmaya çalışacağım konu, İşveren-Sendika ilişkileridir. Her ne kadar bu ikili birbirinden zıt gibi görünse de aslında birbirlerine son derece yakındırlar ya da yakın olmak zorunda kalmaktadırlar. (Oysa, sendika çalışanların örgütüdür.)
Demokrasi, şimdiye kadar üretilen rejimlerin kuşkusuz en iyisi. Günümüzde demokrasinin bile tartışıldığı, farklı, farklı rejim arayışları içersinde bulunulduğu ya da düşünüldüğü de bir gerçek. Bu güzel rejim aslında; toplumsal eşitsizlikleri gidermede, eşit sosyal haklar (eşit işe, eşit ücret!) ve eğitimde ve yaşamın tüm alanlarında fırsat eşitliği sağlayarak, insanlarda son derece etkili olabilir diye düşünüyorum.
Oysa ülkemizde; bu en basit demokratik ilkelerden bile uzak yöneticiler ve onların kurumlaştırdığı bir acayip demokrasi anlayışı egemendir. Demokrasi adı altında, oy alabilme entrikalarına endeksli bir seçim sistemi (bütün kurumlarda) geçerlidir ve son derece “demokratiktir”.
Demokratik bir kurumumuz olan sendikalarda da bu anlayış –ne yazık ki- egemendir ve siyasetteki gibi, aynı tarz seçim ve idare şekli vardır. Aslında, kamuda örgütlenmiş sendikalarda yönetim son derece kolaydır. Çünkü herkes sendikalı olma durumunda bırakılmıştır.
Sendikalı olmayan personel. Toplu İş Sözleşmelerinde, sendikanın almış olduğu haklardan faydalandırılmamaktadır. Üstelik üyelikten ayrılsanız bile dayanışma aidatı adı altında yine katkıya devam etmek zorundasınızdır.( Çok demokratik bir uygulama olmasa gerek.) Yani iktidarı elinize geçirdikten sonra, her şey çok ama çok kolaydır. Tüm işçilerden toplanan yüklü miktartarlarda para, işveren tarafından ücretlerden kesilerek her ay sendikaların kasasına akar.
Örgütlenme ve işçileri sendika üyesi yapmaya çalışmak, sadece maddi gelir artışı sağlansın diye mi yapılır? Ne yazık ki, 12 Eylül’den sonra sendikaların ve sendikacılığın düştüğü, düşürüldüğü durum günümüzde budur.
Yapılan iş, 2 senede bir ay, göstermelik faaliyetlerdir:
Ajitasyonu yüksek dozda yapan bir lider ve ona çıkar ilişkileri ile bağlanmış bir yönetim kadrosu ve atanmış temsilcilik sistemiyle işler son derece kolaydır.
Zamanı geldiğinde; bağırmak, çağırmak ve taslak çalışmalarını sembolik de olsa yapmak, sonunda, -maalesef- işverenin verdiği rakamlara razı olmak dışında fazla bir aktiviteleri olmaz.
Sendika yöneticileri; profesyonel olduklarından ve senelerdir işçiliği terk ederek sendikacılık mesleğini seçen kimseler olduklarından, geriye dönüp tekrar işçi olarak çalışma olanakları yok denecek kadar azdır ve bu durumu istemeleri de mümkün değildir. Bu kurumlarımız amatör olsalardı, acaba ne eksiklikleri olurdu diye düşünmeden geçemiyorum.
Bu işi meslek gibi görmek, seçimi ve dolayışıyla işlerini kaybetmemek adına yapılan mücadeleler 20 sene ve üstü sürebilecek SENDİKA AĞALIĞI’nı gündeme getirmez mi?. 20 sene işçilik yapmamış kişi, işçiyi ne kadar anlayabilir ki?. Amatör yapı içerisinde gerçekten bu işi idealistçe yapacak insanlar yok mudur?
Bu yüzden, o makam ve görevlerini bırakmamak adına büyük bir mücadele sürdürürler. Aslında bu onlar için bir ekmek mücadelesidir. (Bu mücadeleyi siyasi partilerimizin koltuk hırsı adına yaptığı mücadeleye benzetmek de mümkündür.)
Günümüz sendikacıları, kendi yerlerine aday olacak kişilerin önünü kesme adına her türlü vasıtayı kullanır ve kendilerinden başkasını kesinlikle İŞVEREN adamları olarak lanse ederler ve kendilerinin iktidarda kalmalarının, işçilerin çıkarına olduğunu savunarak gelen gideni aratır mantığını işlerler.
İstifa etmek, başarısızlığı kabul edecek olgunlukta olmak veya seçimlerde aday olmamak gibi erdemli davranışlar sergilemezler.
Günümüzde, çalışma hayatında en kötüsü işçi olmaktır. Çalışanlar hem işveren tarafından, hem de sendikalar tarafından sömürülmektedirler. Yürürler, bağırırlar, güvenirler ve yenilirler. Sonuçta kaybeden ne işveren nede sendikadır. Kaybeden, ezilen, sömürülen her zaman işçi kesimi olmuştur. Son zamanlarda yaşanan gerek THY’deki gerekse Sun Ekspres’teki sendikasızlaştırma girişimlerini dikkatlice izleyiniz. Yönetimler açıklama yaparlar;
“çalışanların sendikal haklarına saygılıyız, destekçiyiz(!)” diye..
.Sendika yönetimleri de çalışanlarının sendikal haklarına (güya) asla, hiçbir şekilde el uzattırmazlar(!) ama yine de olan olur. Atılan atılır, insanlar işlerini haklarını kaybeder. Sendikalar bu işten hiç yara almaz ve ölen ölür, kalan sağlar bizimdir’i oynarlar. Kısaca, Yara alan her zaman çalışanlardır.
1980 öncesi sendikacılıkla şu anki sendikacılığı karşılaştırdığınızda, karşınıza LIGHT’laşmış yeni versiyon bir sendikacılık çıkacaktır. Günümüzde sendikalar grev hakları olduğu halde yapamazlar. Çünkü grev yaptıklarında kasaya her ay giren paradan olurlar ve grev süresince üyelerine ödeme yapacak fonları yeterli değildir.
Gürlerler, ama yağamazlar.
Grev yapalım! Diye bağırmak boşunadır. Yapalım! Dediğin zaman; karşımıza”Hükümet karşı çıkar, önler veya Yüksek Hakem Kurulu’na gideriz, eski kazanılan haklardan bile ödün vermek durumunda kalırız” diyen bir yönetim çıkar.
İşverenler bu konuyu iyi bildiklerinden, Sendikalar, Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde fazla etkili olamaz. Ve sonunda; kimse anlamadan bir anda imzalar atılır, yeminler, sözler unutulur ve sözleşmeler “maalesef” işverenin istediği şekilde bağıtlanır.
Bu aslında “demokratik” bir oyundur ve bu tiyatro senelerdir değişiklik olmadan aynen oynanır.Sendikaları bizler seçeriz. Oy veririz onlara, bizlerin haklarını savunsunlar diye. Ama sonunda işveren ve sendika güçleri teke düşer. Altta kalanın canı çıksın hesabına döner ve umutlar, geleceğe yönelik planlar bir anda anlamsızlaşır, ta ki gelecek sözleşme dönemine dek.
Profesyonelliğin yapısında vardır; çıkar neredeyse, sistem oraya kurulur. Profesyonel yönetimler hiçbir zaman kolay, kolay seçim kaybetmezler. Çünkü ülkemizin güzel insanları her şeyi çok çabuk unutur. 4 sene iktidar süresi kim öleee, kim kala misali geçer bir anda.
Ve yeni bir seçim dönemi başlar. Eski darbe yiyen işçilerin çoğu emekli edilmiştir. Kendilerine muhalefet yapan kişiler değişik tarzda yıpratma oyunları ile diskalifiye edilmiştir zaten. Taze yeni işçiler vardır artık, Aynı senaryo onlara da uygulanır. İŞCİYİZ, GÜÇLÜYÜZ kelimeleri akar yeniden ağızlarda, işçiler yürürler, bağırırlar daha doğrusu yürütülürler, bağırtılırlar. Tabii ki yine aynı sonuca doğru.
İşveren tarafı mı dediniz? Onlar her Sendika yönetiminden memnunlardır. Çünkü Sendikalar olmasa her kafadan bir ses çıkacaktır. Her iş grubunu mutlu etmek mümkün değildir. Bir yönetimi sıkıştırmak onu korkutarak ikna etmek çok daha kolaydır. Hem, Avrupa Birliği de sendikasızlaşmaya karşıdır. Nasıl olsa parayı sendikalara işçiler vermektedir. Bırakın yaşasınlar, derler ve bu danışıklı sistem böylece devam eder.
Saygılarımla.
Not: Bu yazımda geliştirdiğim düşünceler; asla tüm sendika yönetimlerini bağlamaz. Ülkemizde mutlaka gerçek anlamda sendikacılık yapan, yapmak isteyen yönetimler de vardır. Bu yazımın, sendikaların ve sendikacıların düştüğü / düşürüldüğü acı durumu biraz hicvetmek, biraz deşmek ve üzerinde insanların düşünmesini sağlamak ve sendikalarımıza sahip çıkıp, bu örgütleri; emeğimizin, onurumuzun, haklarımızın ve geleceğimizin savunulduğu, gerçekten demokratik işleyişe sahip örgütler durumuna getirilmesine katkıda bulunmaktan başka amacı yoktur.
Yarası olan gocunur misali yazılmıştır.