Değerli okurlarım,
Bu hafta gündemde önemli bir yer kaplayarak günlük hayatımızı doğrudan etkileyen ve çoğunluğun önemsediği bazı konularda, genelin aksine sakin bir duruş sergileyip bazı itirazlarımı dile getireceğim. Çünkü ben bir havacıyım. Koşullar ne olursa olsun doğru bildiğimi söylemek üzere eğitildim. İnsana ve insan hayatına saygının birinci öncelikli olduğu topluluklarda dünyanın çok farklı köşelerinde farklı deneyimler edindim. Heybem, bu tavrı doğrulayan öğretilerle dolu.
Ülkemizin gündemine getirilen konuların önemli bir kısmının yanıltmaca ya da yönlendirme içerdiğini düşünüyorum. Havacı uyanıklığıyla bunları doğru algılayıp iyi yorumlayarak uygun hareket tarzının belirlenmesinin gerektiğine inanıyorum. Elbette ki bunun için ortak akıl üretmek gerekir. Bu yazı da ancak bir araç olabilir. Fakat bence önemlidir.
Bugün “bu zor günlerde millet olarak ortaya koyacağımız tavrın tarih önündeki en büyük sınavlarımızdan biri olduğu” savımı ortaya koyacağım.
Sevgili okurlarım, bu yazımda bir havacı olarak yaşadıklarımdan bir insan olarak öğrendiklerime dair bazı notları paylaşacağım. Bahsettiğim olaylarda andığım kişiler gerçek kişiler ancak isimlerini nezaket gereği değiştirerek anıyorum.
Dündü, bugündü, Yunan’dı, Türk’tü
Dündü, Belçika’da Brüksel’in Mons kasabasında idik.
Türk ve Yunan heyetleri olarak ateşli tartışmaların ortasındaydık. Ege Denizi üzerindeki uluslararası hava sahasının askeri uçaklar tarafından nasıl kullanılacağı hakkında tartışıyor, uzlaşamıyorduk. Binbaşı Ianis, üzerinde IMO’ya Türk Deniz Kuvvetleri tarafından tek taraflı deklare edilen Arama Kurtarma Sahası’nın sınırlarının olduğu belgeye itiraz ediyor, elinde tuttuğu bu haritayı toplantı başkanına uzatırken eli titriyor, sesi önce yükseliyor ve sonra da kısılıyordu. Biz ise silahsızlandırılmış statüde olması gereken adalardaki Yunan askeri varlıklarının NATO dokümanlarına geçmesine itiraz edip ondan fazla dokümanı bir kalemde geçersiz ilan ediyor ve hemen hemen tüm devletlerin askeri temsilcilerini karşımıza alıyorduk. Ege Denizi üzerinde yapılacak askeri tatbikatlarda ve milli askeri görevlerde bir diğerinin hak ve menfaatlerine saygı duyacak ve NATO merkezli operasyonlar için de rahat bir hareket alanı sağlayacak çözümleri aradığımız ardışık toplantılar birkaç yıl sürdü ve sonuç alınamadan sona erdi.
Sonuç şu ki iki devlet de Ege Denizi’nin hem üzerindeki hem altındaki ekonomik varsıllıktan yeterince fayda sağlayamıyor. Her iki ülke de ABD ya da AB ülkeleri yapımı uçaklara, silah sistemlerine ve Rus yapımı füzelere parayı avuç avuç geleceğinden veriyor.
Bugündü.
Selanik’te huzurlu bir lokantada Emekli Pilot General Leonidas ile birlikte Türkçe konuşan garsonla şakalaşarak en güzel mezeleri seçip geçmiş günleri uzun uzun andık. Milletlerinin kaderi için yıllarca karşılıklı itişe kakışa emek veren emekli subaylar olarak üzüldük, yutkunduk, daha fazlasını andık ve için için yandık.
Dündü, bugündü, Kürt’tü, Türk’tü
Dündü, Mardin’de idik.
Mardin Kalesi’nden uzun uzun Mezopotamya ovasını izlerken, savaş ve barışın bu topraklarda bir kız çocuğunun saçları gibi bir diğerine örüldüğünü düşünüyordum. Savaş ve barış hem çok yakın hem çok başkaydılar. İzli mermilerin ve aydınlatma fişeklerinin değiştirdiği gölgelerin akşamlarında nöbet yerlerimizde ya da mevziimizde “keşke yaşamak barışı düşlemek kadar kolay olsa” dediğimi hatırlıyorum. Bilmem kaçıncı operasyondan dönen birliklerde kayıpları, yaralıları telaşla soruyor, askeri okullarda ilk gençlik yıllarımızın tanığı sıra arkadaşlarımızın veya koğuş arkadaşlarımızın olmamasını umuyorduk. Hem de sanki bir şey değişecekmiş gibi soruyorduk.
Bugündü.
Yüzlerce öğrencimizden hangisi Türk, hangisi Kürt diye sormadan ders verdim. Dokuz ayrı üniversitede gördüğüm her hoca da aynı idi, düşündüm ve hatırladım. Öğretmen annem, babam veya kardeşim de hiç sormadı. Beşiktaş’ta yaşıyorum. Çarşıya indiğimde farklı şiveleri kulak tırmalayan esnafın hangisi Türk, hangisi Kürt diye de sormadım. Bana da zaten yıllardır nerelisin diye soran olmadı.
Dündü, bugündü, Makedon’du, Afgan’dı
Dündü, Kabil’de idik.
Yarbay Eron Ulusal Kurtuluş Ordusu’na (Arnavutça: Ushtria Çlirimtare Kombëtare (UÇK) katılış öyküsünü anlatıyordu. Bazen uzaktan bazen yakından gelen silah sesleri ve yaklaşan füze olunca yükselen siren seslerinin ara ara böldüğü sohbetlerimize eksik etmediği sigarasının dumanı eşlik ediyordu. Dumanı çekip uzun uzun içinde tutarken kararını anlayan babasının kaygıyla karışık gururunu tarif ediyordu. Bazen dağlarda okudukları türküleri mırıldanıyor, bazen Kosova’ya giren Türk askerini haber aldıkları günü gözleri ışıl ışıl parlarken gözümün içine baka baka anlatıyordu.
Bugündü.
Telefonda Eron ile konuştuk. O İstanbul’a gelince ya da ben Kalkandelen’e gidince birbirimizi ziyaret etme sözü verdik. Dün asi bir liderdi ama şimdi Makedonya Ordusu’nda Alay Komutanı olmuştu. Bin bir zahmetle tesis edilen barış ortamında yine sorumluluk üstlenmişti. Ben de arkadaşımla gurur duydum.
Dündü, bugündü, Renkliydi, Değildi
Dündü. Girne’de idik.
Zimbabveli, Nijeryalı, Somalili öğrencilerimle uzun ve keyifli bir dağ yürüyüşünün ardından Bufavento Kalesi’ne tırmanıyorduk. Rehber arkadaşımız tarih boyunca adada yaşayanların farklı yönlerden maruz kaldığı saldırılara karşı bu ve benzeri kalelerden gözetleme yaparak ve dumanla limanda yaşayanlara haber vererek güvenliği sağlamaya çalıştıklarını anlatıyordu. Kalenin adına layık şekilde meydan okuduğu sert esintilerin surlarda patlayan sesi, tatlı anıları yüreklerimize bırakıp aşağıya doğru uzaklarda boylu boyunca uzanan engin maviliklere doğru uçuşuyordu.
Bugündü.
Farklı ülkelerden havacı öğrencilerim bir araya gelmişler. İçlerinde Bufavento’ya birlikte gittiklerim de var. Internet üzerinde kurdukları bir inisiyatifle sertifikalı eğitim programları tasarlamışlar ve bunları duayen isimlerle güzel sohbetleri içeren programlarla zenginleştirmişler. Birlikte çevrimiçi program yaptık. A ülkesi vatandaşı olarak B ülkesinde öğrenim görürken C ülkesindeki şirketlerde Ayodele, Chidozie veya Calaso için ibretlik staj yeri arayışımı hatırlattılar. Maddi sorunları bulunanlardan Hristiyan olanların İstanbul’da kalabilmeleri için Kiliselerden destek arayışımı hatırlattılar. Gözleri gülen öğrencilerimin dün hayallerine dokunmuş olmanın mutluluğuyla bugün emeklerine emek katmaya çalıştım.
Dündü, bugündü, Sivildi, Askerdi
Dündü. Ankara’da idik.
Üç çok pahalı kursta öğrenip yirmiden fazla büyük ve yüzden fazla küçük NATO tatbikatında her şeyini öğrendiğimiz Taktik Data Link (TDL) sistemlerinin ülkemizde de üretilip kullanılması için ilk adımı atmıştık. Dönemin Savunma Sanayii Müsteşarlığı olurluk (fizibilite) raporunu onaylamıştı. Milli TDL artık mümkündü. Kendi sistemimizi üretecektik ve içinde emeğimiz olacaktı. Haberi alınca Hava Harp Okulu’ndan sıra arkadaşım Alptuğ Yarbay ile kucaklaştık. Sonra kendimizi tulumba ayran ikilisiyle ödüllendirdik.
Bugündü.
Haberleri izledim televizyonda. Savaşların ne kadar yakın, ölümün ne kadar korkunç olduğuna sivil gözlerle tanık oldum. Farklılıkları anlayıp kabul edip birlikteliği başarmak yerine “biz-onlar” söyleminin gerginliğinde öfkeye ve hırsa teslim olmamıza, ayrılarak zayıflamamıza üzüldüm bir kez daha. Tanık olduğum zayıflıkların neden olduğu kum fırtınasında geriye dönüp uçsuz çöllere doğru seslendim: çok daha fazlasını da yapmalıydık dedim.
Dündü, bugündü, Birleşmiş Milletlerdi, Ayrışmış Milletlerdi
Dündü. İstanbul’da idik.
Üniversitede Yüksek Lisans öğrencim Şilan ile araştırma konusu belirliyorduk. Musul’dan kaçan iç göçmenlerin yaşadığı Erbil yakınlarındaki U2 kampında BM gönüllüsü olarak görev yapan Şilan ile sohbet uzadı. Sadece iptidai yaşam koşulları sunabilen bu tür kamplarda BM’nin ne ölçüde fayda sağlayabildiğini birinci elden tanıkla konuştum böylece. Sıcak çaylarımızın eşlik ettiği konuşmalarımız sırasında dönüp dolaşıp IŞİD gölgesinde aklı karışmış çocukların geri kazanılması için gereken eğitimlere takılan sözcüklerimiz Boğazın serin suları ile kucaklaşıyordu.
Bugündü.
Bir akademisyen arkadaşım “uluslararası göç” hakkında yaptığı araştırmadan bahsediyordu. Benimle paylaştığı birkaç sayısal veriyi görünce hayret ettim. Şilan’ı andım. Bir daha ve daha fazla anladım.
Televizyonda yeni yaşamlarını kurmak için ülkemize sığınan, insanlığımızdan medet uman evsiz yurtsuz garibanları ötekileştiren görüntülere, tartışmalara, yapılan tahrik edici bir kısa filme ve çokça boş lafa tanık oldum. Sanki daha iyi yaşamak şansı varmış da burayı tercih etmişlercesine tenkit edilen mültecilerin gidecek yerlerinin olmadığının farkında değil sanki kimse. Sanki hiç suç işlenmeyen bir toplumda yaşıyormuşuz da mülteciler gelince suç işlenmeye başlanmış gibi konuşanlar üzdü beni. Sanki ekonomik sorunlarımızın tek sebebi savaştan, bitmeyen yokluktan ve umutsuzluklarla dolu yaşamlarından kaçıp bize sığınan bu insanlarmış gibi ahkam kesenler üzdü. Sanki mültecilerin ırkı ya da inançları sorunmuş gibi konuşanlar şaşırttı beni. Cahillikten kaynaklı eylemlere karşılık gösterilen tepkilerin de ayrımcılık içeren söylemlerle alevlendirilmeye çalışıldığını gördüm.
Dündü, bugündü, Doğuydu, Batıydı
Dündü. Bursa’nın uçsuz bucaksız yemyeşil ovasında bir inci tanesi büyüklüğündeki köyümüzde idik. Uzun tarlalarında koşarak, kaynak sularından kana kana sular içerek ve gür ağaçlarının dallarından meyvelerle birlikte sarkarak büyüdüğümüz köyde idik.
Atatürkçü memur dedelerim gibi Atatürkçü olan, millet sevdalısı annem ve babam, küçük köyümüzün iki derslikli okulunun çatısını aktarıyor, sıralarını tamir ediyor, bacasını temizliyor, sobasını kuruyor, odunlarını kesiyor, badanasını yapıyordu. Zor koşullarda ibadet eder gibi çalışıp bin emek ile öğrenci yetiştiriyorlardı. Atamada, terfide, teftişte bin bir kez haksızlığa uğradılar. Oralı bile olmadılar. Doğru bildiklerini yaparak ve doğru bildiklerini söyleyerek öğretmen önlüğünün hakkını verdiler.
Babamın adı Oğuz, kardeşimin adı Bilge ve kendi adım Cengiz olunca, adı sanı belli terör örgütlerinin sempatizanları ya da açık/gizli destekçilerinin doğrudan karşıtı oluyoruz. Onlar kadar bağnazlık batağındakilerin de mikro milliyetçilerin de tekmili dört kısım liberal görünümlü yolsuzların da hedefi oluyoruz. Ayaklarını bizim gibi dik durmak için kullanmak yerine çelme takmak için kullananlar, seslerini güzel söz yerine kem sözle duyuranlar ve ellerini selam vermek için değil bizi itmek için kullananlar çevremizden ya da paçamızdan hiç eksik olmadılar. Yüreğimizde ailelerimizin nesilden nesile aktardığı ulusal değerlerimiz ile bilimin ışığında aydınlanan yolumuzda yürümeye devam ettik.
Çünkü bu milletin binlerce yıldır yanan ocaklarında pişen aşın tuzu hoşgörüdür. Hoşgörü olgunlukla ve kararlılıkla taçlandırılır.
Dündü, bugündü, değişmiyordu, değişmezdi
Dünden bugüne değişen çok şey var. Değişmeyen değerlerimiz. Değişmeyecek değerlerimiz.
Ayrımcılıkları tahrik edenlere itibar etmemeliyiz. Başta da söylediğim gibi ülkemizin gündemine getirilen konuların önemli bir kısmının yanıltmaca ya da yönlendirme içerdiğinin farkında olmalıyız.
Bir ay önce gündemde bile olmayan konular birdenbire yükseltilip önümüze gerginlikle konuluyorsa atalarımıza yakışan gibi, bize değerleri öğreten ailelerimize yakışan gibi davranmak zamanıdır. Evrensel değerleri, insanlığı, hoşgörüyü binlerce yıldır bu topraklarda bayrak etmiş atalarımız gibi davranmalıyız. Serinkanlı olmalı, kapımıza sığınmışları, düşkünlükle gururu incinmiş komşularımızı bağrımıza basmalıyız. Onların bir hatası yok. Haklı tepkilerin gösterileceği adresler bellidir.
Tarih önünde sınav veriyoruz. Hata yaparsak sonuçları ağır olacak. Küçük kalemim ve ince yüreğimle herkesi havacı dürüstlüğüne, duyarlılığına ve serinkanlılığına davet ediyorum. Ailelerimizden öğrendiğimiz, türkülerimizde dillendirdiğimiz hoşgörüye davet ediyorum.
Böyle bir zamanda, herkesin havacılar kadar uyanık, havacılar kadar serinkanlı ve havacılar kadar kararlı olmasına ihtiyaç vardır.
Muhtaç olduğumuz kudretin nerede olduğu bellidir!
Dr.Cengiz Mesut BÜKEÇ,