Amerikan Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı olarak oluşturulan Amerikan Uzay Kuvvetleri’nin kuruluşuna, Fransa’nın uydularını lazer silahları ile donatacağına ilişkin haberler ve daha niceleri çoğumuzu kaygılandırdı ve dünyanın gidişatı hakkında endişelerimiz daha da arttı. Ülkelerin uzaydaki askeri faaliyetlerinin ne olacağı; başka ülkeler açısından ne gibi bir risk teşkil ettiği bir yana hukuken bunlar mümkün mü sizlerle bugünkü ve devamında yayınlayacağım yazımda bunları değerlendirmek istiyorum.
Uzay hukukunun gelişimine baktığımızda insanoğlunun uzaya erişiminin çok öncesinde literatürde bu alanda çalışmalar olduğunu görebiliriz. Örneğin 1910 yılında Emile Laude tarafından yazılan bir makalede Hertz dalgalarının mülkiyeti konusu ele alınmıştır. 1926 yılında ise V.A. Zarzar çalışmasında hava sahasının dikey bir limitinin olması gerektiği yönünde değerlendirme yapmıştır. Takip eden yıllarda da henüz uzaya fiziken erişimden evvel uzay hukukunda nice ilk gerçekleştirilmiştir.
Uzay hukukunun gelişiminin ivme kazanması ise bazı önemli olaylardan sonra oldu. 1 Temmuz 1957’den 31 Aralık 1958’e kadar süren uluslararası bir bilim projesi olan “Uluslararası Jeofizik Yılı’nda” 67 ülke bir araya gelerek meteoroloji, güneş aktivitesi, kutup ışıkları gibi konularda çalışma yaptı ve yine bu dönemde Soğuk Savaş’taki rekabetin de etkisiyle Sovyetler Birliği 4 Ekim 1957’de ilk yapay uydu Sputnik 1 fırlatıldı. Sputnik 1’in hemen ardından 1958 yılında ad hoc kurulan ardından 1959 yılında daimi hale gelen “Uzayın Barışçıl Amaçlarla Kullanımı Komitesi (UNCOPUOS)”B.M. Genel Kurulu’nun kararı ile kuruldu (1961 yılında ise bu komitenin alt komiteleri olarak “Bilim ve Teknik Alt Komitesi” ile “Hukuk Alt Komitesi” kuruldu. ). 1 Aralık 1959’da ise Uluslararası Jeofizik Yılı’nda Antarktika’da aktif çalışmalar yapan 12 ülke Washington’da (daha sonradan ülkemizin de tarafı olduğu) Antarktika Antlaşması’nı imzalandı. Sputnik 1’in fırlatılmasını takiben uzay ile ilgili faaliyetlerin düzenlenmesi gerektiği yönünde değerlendirmeler yapıldı ve 1962’de B.M. kararı ile de bu konuda düzenleme yapılması gerektiği vurgulandı ve 13.12.1963’te “Dış Uzayın Kullanım ve Keşfine İlişkin Hukuki İlkeler Deklerasyonu” kabul edildi. Deklerasyonda 3 Kasım 1947 tarihli barışı tehdit eden, ihlal eden ya da saldırı teşkil eden eylemleri teşvik eden propagandaların kınanması ile ilgili ve dış uzaya da tatbik edilebilecek mahiyette olan (110) no.lu karara da atıfta bulunuldu.
Bu gelişmeler olurken bir yanda da Çin’in nükleer güç sahibi olması endişesi ile başka düzenlemelerin de yapılması ihtiyacı doğdu.
Şöyle ki; 1927 ile 1950 arasında gerçekleşen Çin İç Savaşı milyonlarca kişinin hayatını kaybettiği tarihin en kanlı savaşlarından biri oldu. Mao Zedong’un lideri olduğu Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) Çin’i yöneten Çan Kay Şek liderliğindeki Çin Milliyetçi Partisi’ne (Kuomintang) karşı başlattığı isyan sonucunda 1949 yılında Çan Kay Şek Tayvan’a çekildi ve burda yönetimi devraldı ve Çin Cumhuriyeti’nin Tayvan’da devam ettiğini duyurdu.
Mao’nun bu dönemde ülkedeki kontrolü tamamen ele almasının ardından 1 Ekim 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu. Tayvan da ilk günden beri ülke için bir tehdit unsuru olarak görüldü. Bunun da önüne geçmek için aleyhte propaganda dahil pek çok yöntem kullanıldı. Bu sırada Mao ile Stalin arası görüşmeler oldu ve bazı müzakerelerden sonra 14 Şubat 1950’de (11 Nisan 1950’de yürürlüğe giren) 30 yıl geçerli olmak üzere tanzim edilmiş olan “Çin-Sovyet Dostluk, İttifak ve Karşılıklı Yardımlaşma Antlaşması” imzalandı. Bu Antlaşma’da amaçlanan Japonya’ya ve onu destekleyenlere karşı tarafların ittifak yapılmasıydı.
1949’dan 1950’lerin sonuna kadar Çin Halk Cumhuriyeti nükleer savaş tehlikesini Kore Savaşı’nda ve Tayvan Boğazı krizinde gördü. Bunun yanısıra batının kendilerine karşı dostane olmayan tutumu ile beraber Mao uluslararası ilişkiler doktoru Nicola Horshburgh’un görüşüne göre nükleer silahı bir anlamda Çin’in uluslararası arenaya çıkması için araç olarak gördü. Çin’in nükleer silah geliştirme isteği arttıkça teknik bilgi ve desteğe ihtiyacı oldu ki bu noktada da müttefiki Sovyetler Birliği’ne yöneldi. Sovyet devlet adamı Nikita Khrushchev ilk başlarda Çin ile nükleer teknolojiyi paylaşmakta tereddüt etti. Buna karşın 1954’te tarih profesörleri Zhihua Shen ve Yafeng Xia’ya göre Stalin sonrası dönemde Mao’nun politik desteğine ihtiyaç duyduğu için Khrushchev Çin’e atomik enerji programının geliştirilmesinde destek olmayı kabul etti.
1954’ün sonlarına doğru ise 1955’e kadar süren 1. Tayvan Boğazı krizi yaşandı. Çin ve Tayvan arasındaki bu çatışmada A.B.D. Tayvan lehine müdahale etti. Takiben 1958’de ise 2. Tayvan Boğazı krizi oldu. Bu da 1. Tayvan Krizi’nin bir anlamda devamı oldu. Amerika’nın Tayvan Boğazı’ndaki varlığını arttırması bu bölge ile ilgili olarak kriz çıkması konusunda Sovyetler Birliği’ni endişelendirdi. Çin’in adalara saldırısının öncesinde Sovyetler Birliği’ni haberdar etmemesi de yine Krushchev’i bir hayli rahatsız etti. Mao’nun Sovyet menfaatleri ile çatışan iç ve dış politikaları ile beraber daha da gerilim arttı ve tansiyonun artması ile beraber Sovyetler Birliği Çin’e teknoloji transferlerini azalttı ve 1960’ta da Çin’deki Sovyet uzmanları geri çağırdı. Bu noktadan sonra Sovyetler Birliği’nin silahların yasaklanması ve azaltılması ile ilgili politikalarını daha önceden destekleyen Çin’in artık Moskova’yı desteklemeye yönelik tutumu değişti.
1950’lerden beri nükleer silah geliştirmeye yönelik çalışmalarına hız veren Çin’in A.B.D.’nin ulusal güvenliğine yönelik tehdit oluşturması ihtimali olduğu yönünde dönemin Amerikan Başkanı Kennedy ve danışmanları hemfikirdi. Çin’in Asya’da olağanüstü bir hakimiyete sahip olacağına yönelik endişe de yine A.B.D. için rahatsız edici bir durumdu. Bu durumda Çin’in nükleer projelerinin kısıtlanması ya da en azından dünyanın diğer bir kısmından izole edilmesi için yapılması gereken en uygun şey Sovyetler Birliği ile anlaşma imzalamaktı. Sovyetler Birliği açısından da arz ettiğim hususların yanısıra Çin’in yanında yer alması halinde A.B.D. ile nükleer bir savaşa girilmesi ihtimali de yine rahatsız edici bir durum olurdu. Bu nedenle Sovyetler Birliği de Amerika’nın bu yöndeki görüşüne sıcak baktı ve 5 Ağustos 1963’te Atmosferde Uzayda ve Sualtında Nükleer Test Yasağı Antlaşması (Kısmi Deneme Yasağı Antlaşması – KDYA ) Moskova’da imzalandı. KDYA uzaya özel olarak atıfta bulunulan ilk çok uluslu antlaşma metnidir. Türkiye’nin de 10 Ekim 1964’te imzalamış olduğu bu Antlaşma uyarınca; tarafların atmosferde, uzayda, sualtında ya da herhangi bir yerde eğer bu patlamalar ülkelerin topraklarının dışında radyoaktif atığa yol açıyorsa bu nükleer silahların test edilmesi ya da başka nükleer patlamaların yürütmesi yasaklanmıştır. İşbu yasaklanan eylemleri sebebiyet vermek, teşvik etmek ya da herhangi bir şekilde bu faaliyetlere katılmak da yine antlaşma uyarınca yasaklanmıştır.
KDYA’yı takiben Amerika da Rusya da uzaya nükleer silah ve diğer kitle imha silahı yerleştirmeyeceklerini duyurdular. Bazı kaynaklarda Antlaşma ile hem nükleer silahlanma yarışının önlendiği hem de uzaydaki nükleer patlamaların elektromanyetik etkisinden zarar görecek olan uyduların bu şekilde zarar görmelerinin engellendiği de yazılıdır. Daha sonra 1996 yılında da yine Türkiye’nin de tarafı olduğu Kapsamlı Test Yasağı Antlaşması imzalandı.
KDYA’yı takiben Birleşmiş Milletler 17 Ekim 1963’te 1884 (XVIII) sayılı kararı aldı. Bu kararda KDYA’nın aktedilmiş olmasından duyulan memnuniyet de ifade edildi ve devletlere Dünya’nın yörüngesine nükleer silah veya başka herhangi bir kitle imha silahı taşıyan cisimleri oturtmaktan kaçınması ve bu gibi silahları gök cisimlerine yerleştirmemesi ve bu gibi silahları diğer herhangi bir diğer şekilde uzaya yerleştirmemesi çağrısı yapıldı.
Bütün bu gelişmelerin akabinde uzay hukukuna ilişkin en temel düzenlemelerden olan “Ay Ve Diğer Gök Cisimleri Dahil Uzayın Keşif ve Kullanılmasında Devletlerin Faaliyetlerini Yöneten İlkeler Hakkında Antlaşma” (Uzay Antlaşması) (1967) kabul edildi. Antlaşma uyarınca özetle uzay barışçıl amaçlarla kullanılabilecektir, hiçbir devletin uzayda egemenlik hakkı bulunmamaktadır, devletler uzay faaliyetleri dolayısıyla verecekleri zararlardan sorumlu olacaklardır ve askeri faaliyetleri de belirli sınırlamalara tabi olarak yapabileceklerdir. Uzay Antlaşması’nın uzaydaki silahlanmanın sınırlandırılması ile ilgili dördüncü maddesi ise 1959 Antarktika Antlaşması’ndan ve 1963 Atmosferde Uzayda ve Sualtında Nükleer Test Yasağı Antlaşması’ndan (KDYA) esinlenerek düzenlenmiştir. Buna karşılık bazı farklar da mevcuttur. Örneğin Antarktika Antlaşması’na göre Antarktika askerden arındırılmıştır. Dış uzay ve de gök cisimlerinin de askeri faaliyetlerden arındırılması gündeme gelmişse de hem A.B.D. hem de S.S.C.B. buna karşı çıkmıştır.
Peki nasıl bir düzenleme yapılmıştır?
Bir sonraki yazımda sizlerle detayları paylaşmaya devam edeceğim.
Tüm değerli okurlarıma sağlıklı, keyifli günler dilerim.