Mehmet Coral kişisel uçuş deneyimlerini ‘Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla’ kitabında anlatıyor. Okurda da bu maceranın yarattığı deneyimle değişimler olmasını hedefliyor. Coral, 700 saati aşan uçuş deneyiminin ardından nasıl bir insana dönüştüğü sorusunu ise “Düşüncelerimin ufuk çizgisi genişledi. Katmerlendi. Çatı örtüsü kubbelendi” diyerek yanıtlıyor.
İnsanoğlunun doğaya en büyük meydan okuması uçmayı öğrenmekle oldu… Mehmet Coral yeni kitabı ‘Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla’yı anlatırken söze bu cümleyle başlıyor. Kitap, yazarın yaptığı kişiye özel uçuş deneyiminden kalanları anlatıyor. Dört kıta, 57 ülke ve 700 saatlik uçuşun Coral’a öğrettikleri ve ona kattıkları bu kitap… Tüm uçuşları hikâyeleriyle süslüyor yazar. Ahmet Ümit kitabın arka kapak yazısında “Nihayet Türk edebiyatının da bir Saint-Exupery’si oldu” diyor. Gerçekten de insan zihninin ve duygularının sınırlarını zorlayan bir deneyim sunuyor yazar. Adını da ‘Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla’ dizesinden alıntılamış, Füruğ Ferruhzad’ın. Okurda da bu maceranın yarattığı deneyimle değişimler olmasını hedeflemiş yazar. Lafı fazla uzatmayalım yazarla uçuşu konuşalım.
Kişiye özel uçuşla nasıl tanıştınız? Bu deneyime nasıl bir boşluğu doldurmak için yöneldiniz?
1990’ların başlarında, tamamen rastlantılara dayalı olarak başladım. Bir pazar öğle sonrası, yakın bir arkadaşım, “Samandıra Havaalanı’na yeni küçük uçaklar getirmişler. Demo yaptıracaklarmış, istersen gidelim uçarız, sonra da mangal partisi var!..” deyince gittim. Levyeye asıldığım o ilk anda altımdaki dünyanın giderek küçülmeye başlaması beni büyüledi. Sonra da kişiye özel uçuşun tutkunu oldum.
Türkiye’nin topraklarına ve denizlerine havadan bakmak nasıl bir fark yaratıyor? Coğrafyayı insansız olarak deneyimlemek ne hissettiriyor?
Hiç aklıma getirmediğim bir açıdan ilginç bir soru yönelttiniz. Anadolu coğrafyasının 10 bin yıla sığmayan geçmişine havadan bakmak çarpıcı oluyor. Ören yerleri genelde yerleşim alanlarından uzakta. Bu sayede onları kendi bütünlükleri içinde görebiliyorsunuz. Kent, tapınak, şehirleşme planlarını ayrıntılarıyla gözlemleme şansı veriyor bu size. Örneğin Efes, Priene, Miletos, Didim, Xanthos, Simena gibi antik kentlerin üzerinde süzülmek, özellikle benim gibi Anadolu’nun geçmiş yaşamlarına gönül vermiş, bu konuda romanlar yazmış bir yazın insanı için paha biçilmez ödüller veriyor. İçine insanı yerleştirmek ve hayatı oluşturan bütün öğeleri yan yana getirerek, o yerlerdeki yaşanmışlıkları kağıda dökmek de aşağıya indikten sonra benim işim oluyor.
Aynı soruyu yerküre gezileri için de sorabilirim. Havada ve özellikle yalnız olmanın, yerde ve kalabalıklar içinde olmaktan güzel ya da kötü yanları nedir?
İşte bu tam tereyağından kılın çekildiği nokta. Yurtdışında da büyük kentlerin, yoğun yerleşim alanlarının üzerlerinden uçmuyorum. Oralarda da yitik hayatların geriye doğru sarıldığı ören yerlerinin, doğa harikalarının üzerlerinde uçmayı, altımda kalan yaşanmışlıkların hayattan taşmış öykülerini yerçekiminden kurtulmuş bir ruh ve zihin halinde kafamda, yüreğimde biriktiriyorum. Öykülerini ise tarih ölçeğinde küçültüp, yazılarıma alıyorum. Sidharta’nın yazarı Herman Hesse, “Yalnızlık, alınyazısının insanı kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu bir yoldur” der. Ona katılıyorum.
Bu gezilerde sizi en çok neresi etkiledi?
Yaradanın ince dantel örgüyle tığ oyası gibi işlediği Güney Ege kıyıları. Dört kıtada 57 ülke gezdim. Böylesine tutkulu bir güzelliğe başka yerde rastlamadım. Hemen altına Güney Afrika’nın güneyini alabilirim. Capetown’daki Masa Dağı’ndan gurup vakitlerinde ulu çavlanlar gibi dökülen bulutlar, Kirstenbosch’un çiçek denizleri, Stellenbosch ve Saar şarap vadileri, Drakensberg dağlarının zamanı aşan kıvrımları… Ayrıca, Himalayalar; Fishtail, Pokhara Vadisi, o beyaz ıssızlığın derinliklerinde delta kanatlarla, balonla yaptığım mutlak sessizlikteki uçuşlar… Bir de tabii, büyük çağlayanlar… Victoria, İguazu, Niagara.. Everglades’deki flamingo sürülerinin arasında onlarla birlikte gezinmek… Ve en nihayet Bermuda Şeytan Üçgeni’nde uçmak…
Siz bu 700 saatin üzerindeki uçuş deneyiminin ardından nasıl bir insana dönüştünüz?
Düşüncelerimin ufuk çizgisi genişledi. Katmerlendi. Çatı örtüsü kubbelendi. Farklı bir güneş sistemi oluştu varlığımın içinde. Zamanın ve düşüncenin sınırlarında uçarken hep kat edilecek yeni ufuklar aramaya başladım. Bunlar yere indiğimde yeni kitaplar okumaya, farklı sanat formlarıyla kendimi ifade etme yolları aramaya, mümkünün alanını tüketme uğraşına yayıldı. İtalya’da mozaik ve heykel kurslarına katıldım. Belki de en tutkuyla yazdığım ‘Küçük Prens-Çöle düşen Yıldız’ romanımın kitapta bir türlü tamamlayamadığıma inandığım betimini mozaik formunda kurguladım. Yazılarımda hep eksik olduğuna inandığım üçüncü boyutu da Floransa’da, dünyaca ünlü Rafaello Romanelli’nin öğreti ve gözetiminde heykel formunda realize ettim.
Dünyaya bakışınızda ve iç yolculuğunuzda neler değişti, neleri keşfettiniz?
Yazın hayatımda hep varlık ve yokluk çizgilerinin kesişme noktasını aradım. Buna belki de en çok Hallac-ı Mansur’un romanını yazarken yaklaştım. Kendimi bir noktada Kuran’daki Kehf sûresinde geçen ‘Yedi Uyuyanlar’ın köpeği Kıtmîr’in yerine koydum. O beni can içre ulaşılabilecek en derin yerlere taşıdı. Kitabın sonunu da onunla bağladım. Değişik coğrafyalar, antik kentler, ören yerleri üzerinde uçarken zamanın bir yanılsama olduğunu anladım. Aslında vedantik felsefede olduğu gibi ‘Akaşa’, yani kainatın kolektif hafızası, arayan için tuttuğu kayıtları her zaman sunmaya hazır. Mishima, ‘Bereket Denizi’ adlı yapıtında varoluştan sıyrılmanın gerçek ödülünün insanın gölgesinden kurtulmak olduğunu söyler, ve insanın hayat sürecinde biriktirdiği kolektif belleğe şöyle atıf yapar: “Bellek düşsel bir ayna gibidir. Bazen şeyleri görülemeyecek kadar uzakta, bazen de yanı başımızdaymış gibi gösterir.”
Füruğ’un dizelerindeki yalın derinlik beni çok etkiledi: “Sen aşka inanmazdın” diyordu. “Ben maviye inanırdım. Boynumdaki yorgun damarların mavisine. Beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine. Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım” diye devam ediyordu. Yapıtımın naif, kırılgan, ama asla unutulmaması gereken nüvesini taşıyabilecek bölümü de o muhteşem son dizenin sonsuzluğa uzanan ifadesinde cisimleniyordu. “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla…” Geride bıraktığım hayatımdan arta kalan da uçuşlarımdan hatırladıklarım oldu.
Yol insanı olgunlaştırır, yol yorgunluğu biraz da ‘ol’ yorgunluğudur. Katılır mısınız bu fikre?
Hem de nasıl!.. Çıkılan ‘Yol’, ‘Ol’a ulaşıyorsa, varlık ve yokluk çizgisini yakalamışsın demektir. Kitaptaki ‘Çatalkaya’ öyküsünde buna çok yaklaştım. Yalçın bir dağ başındaki yatılı okulda okuyan bir eski ‘Ben’e yaklaşabilme çabamı şöyle ifade etmiştim: “O an bir bronz çan çaldı ve çocuklar aceleyle taş binaya girdiler. Elimi uzattım, ama küçük ‘Ben’e dokunamadım. Gün’ü, olmuş’a doğru geriye saramamıştım!”
Size kalanları okura geçirme isteğinizin nedeni nedir?
Belki de klasik deyimle, “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada bırakmak için”. Kendi akaşik kayıtlarımı okurlarımla paylaşmak, onların kitabımı okurken yaşadıklarımı bir nebze olsun dokularında hissedebilmelerini sağlamak için. Ve belki de herkesin içinde var olan ‘Varoluş hüznü’nün farkındalığını paylaşabilmek için.
KUŞ ÖLÜR SEN UÇUŞU HATIRLA
Mehmet Coral
Doğan Kitap, 2017
176 sayfa, 20 TL.