Selamlar Dostlar
Aslında köşe yazılarımla hedeflediğim, havacılık tarihinden başlayarak, haftalık olarak sizlere pek çoğumuzun bilmediği kahramanlardan bahsetmekti…
Benim hayatımın ikinci evresinin başladığı 40 yaş sonrası dönemimin en önemli insanlarından olan Sayın Ufuk Tarhan ile yaptığımız ilk sohbette bana tokat etkisi yaratan sorusunu ben hepimize sormak istiyorum: Türkiye’nin havacılık tarihini biliyor musunuz? Benim cevabım; “Kem küm, evet, biraz” olmuştu. Şimdi, ben kendimi havacılık aşığı bir insan olarak anlatırken bu soruya, “Yok, bilmiyorum” demek nefsime ağır geldi, utandım, biraz lafı yuvarladım, içimden de “Hep o kızdığın şekilci ama içi boşlardan biri de sensin, boşuna maval okuma, al sana, yok havacılık aşığıymış falan filan, bak işte sana soruyu sorarlar, sen de böyle gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kalırsın” diye diye, kendime kıza kıza yola çıktım.
Sonra ne kadar havacılık kitabı varsa, sahaflardan, oradan buradan toplamaya başladım. Ve işte onları okumaya başladığımda, “Vayyyy canınaaaa!” diyerek nidalar, “Offf keşke” diyerek göz yaşları ile biraz buruk biraz gururlu ama çok daha sağlam duygular ve fikirlerle artık başım dik, dolu dolu, “Evet, ben havacılık aşığı bir insanım” diyebiliyorum. Bundan dolayı sizlerle havacılık tarihimizin bu cesur yüreklerini paylaşmak istiyorum. Yazılarımın çoğunluğuna bu şekilde yön vermeyi istiyorum. Onları anmak ve onlardan feyz almak için…
Ama bu hafta beni çok etkileyen ve canımı sıkan başka bir konu hakkında içimi size dökmek istedim.
Muhtemelen birçoğunuz BBC Türkiye’de yayınlanan New York Times: Varlıklı ve yetenekli Türkler kitleler halinde ülkeyi terk ediyor başlıklı yazıyı okumuşsunuzdur.
Ben okumuş olmamayı tercih ederdim ama maalesef okudum. Şimdi, bana göre bu haber buram buram subliminal mesaj kokuyor, yani alttan bizim loblara ve sinir sistemine verdiği mesaj: “KAÇINNNNNNN…” Bahse konu olan o kadar insan gitmiş midir, o isimler hakikaten öyle mi yapmıştır bilemem, beni de ilgilendirmez ama beni ilgilendiren kalanlara yaşatılan o his.
Gitme kalma olayına kendi açımdan bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Baştan şunu belirteyim, benim için her yer güllük gülistanlık, her şey yolunda, tıkırında, bir elim yağda bir elim balda değil. Muhtemel bakış açısı; “Ya bırak bu ayakları, senin tuzun kuru tabii…” Yok arkadaş, benim tuzum hiç kuru filan değil, ben daha emek harcamadan, bedavadan ekmek yemedim. Anamın babamın evinden çıktığımdan beri çalıştım çabaladım, 19 yaşından beri mücadele ediyorum, yani öyle dışarıdan, “Oh ne ala valla”lık bir durum yok. Ama arabesk yapmayı değil, yolun sonunda görünen umudu, yolda alınan dersleri, kendi hayatımın guruluğunu paylaşmayı seviyorum, yoksa bu coğrafyada arabeski eksik bir hayat bulmak zor.
Şimdi, bu gitmeler kısmı bana çok ilginç geliyor; benim açımdan bu gitmeler bir kaç guruba ayrılıyor. Bunlardan bir kısmı eğitim için gidenler , hayallerinde ki işi Türkiye de bulamayanlar , yapmış oldukları işi geliştirmek isteyenler ve bunun gibi birçok kendini,işini geliştirme niyetiyle olan gidişler. Bu kısım bence de mantıklı hatta vaktiyle bu bir devlet politikasıydı mesela benim şimdiler de 75 yaşında olan teyzem devlet tarafından Sorbon Üniversitesine Fransızca eğitimi için gönderilmişti ve eğitimini tamamladıktan sonra Pendik Lisesin de emekli olana kadar Fransızca öğretmenliği yapmıştı.Bu tür gidişler Urfa da Oxford vardı da biz mi okumadık diyen manteliteye karşın Urfadan Oxford’a okumaya giden aydınlık insanlar. Fakat ilgili habere konu olan gidişler bu kapsama girmiyor çünkü bu gidişlerin gelişimle değil ülke elden gidiyor biz de servetimizi kendimizi kurtaralım gidişleri. Bu kısmını anlamak konusunda ciddi sıkıntı yaşıyorum; bu giden insanlar burada misafirliğe gelmişlerdi, sonra ikramı, ortamı mı beğenmediler de gidiyorlar? Yani kalanlar ev sahibi de onlar geri gelsin diye çalışıp uğraşıp, mücadele edip, ortamı onların istediği şekle getirirlerse geri mi gelecekler? Bu kısmını ben çözemiyorum … Gidene soruyorsun, “Yok abi bu ülkede yaşanmaz, çivisi çıktı” falan filan, bir milyon sebep… Peki, güzel arkadaşım, senin için bu memleket nedir, yani bu memleket çivisi çıkınca arkana bakmadan gideceğin bir yer midir? Peki, sana “Memleket nere dostum?” derlerse, “Çivisi çıkana kadar Türkiye’ydi” mi diyeceksin?
Peki, sen Atatürk’ten, son sözü “Vatan sağ olsun” olan onca şehitten, her koşulda çarpışan düşünürden, koca imparatorluk yıkılırken bir kuru ekmekle savaşan canlardan daha mı değerlisin, senin kaybedeceklerin onlardan fazla mı? Trablusgarp Savaşı’nda uçağın dış yüzeyini gerdirmek için kullanılan selülozu bulamayınca, “Aman kardeşim bir selülozu bulamayan ülke için mi savaşacağım” demeyen, patates, paça, yumurta akıyla o uçağı uçurmak için malzeme üreten, aklını, yüreğini ortaya koyan askerden çok mu senin kaybedeceklerin? Ben bugüne değil de düne bakınca hiddetleniyorum, içim acıyor; feda ettiklerine, bizim için yapılanlara değer miydik acaba? Belki öylece teslim mi etselerdi, hani bir pasaport kontrolünden geçip gider gibi…
Belki YAPAY ZEKA devrimi çoktan gerçekleşti ve bundan dolayı anlamıyoruz birbirimizi; kimileri hala bir kalp ve bağ taşıyor, kimileri için sadece varlığının devamını sağlama yazılımı devreye girdi.
Başta dediğim ve hep söyleyeceğim gibi, bu düşüncelerin hepsi BENCE.
Saygı ve sevgiler