Ben bu yazıyı yazarken Türkiye referanduma gidiyordu sonucun ne olacağını tabi hiçbirimiz bilmiyorduk. Onun için başka bir göz, bakış açısı ve duygu ile yazacağım bu haftaki yazımı.
Biliyorum ki Evet veya Hayır’ ın değiştiremeyeceği çok güçlü bağlarımız var hepimizin.
Babaannemi ve onun ‘’bizim uçağımız’’ dediği THY ile olan bağımı anlatacağım size.
Anlatacağım olay tamamen gerçektir. THY ile ilgili olan olayı O zaman işyerinde beraber çalıştığım arkadaşlarıma anlatmıştım. Uzun zaman etkilemişti bu olay beni. Hala da etkiler.
Önce biraz babaannemi anlatmak isterim size. Babaannem (Elif anne) vefat ettiğinde 95 yaşlarında idi.
Yaşını tahmini söylüyorum çünkü babaannemin nüfus kaydı bile evlenip 5 çocuğu olduktan sonra çıkarılmıştı. Babaannemi, büyük annem Şehriban getirmişti ikinci eş olarak dedeme. Çünkü Şehriban nın çocuğu olmuyordu. Daha doğrusu erkek çocuğu olmuyordu. Şehriban Elifi kendine kuma getirdi. Elif, Gül ali ’in (Dedem) ocağına beş tane erkek evlat verdi. Ve bu ocak tütmeye devam ediyor hala.
Şairin dediği gibi ‘’soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ’’kadınlarımızdan idi babaannem’’.
Anadolu’nun bir şehrinin, dağlara sırtını vermiş kasabasının küçük bir köyündeyiz. Sabah beşte kalkıp hepimizin hizmetini gören, herkesten sonra sofraya oturan, çoğu zaman sofrada oturanların artıklarını kendine katık yapan ve varlığı otuz yaşından sonra devlet kayıtlarına geçen isimsiz bir kadındı babaannem. Herkesin gözünün önünde, ama kimsenin görmediği, herkesin sırtını dayadığı ama dönüp bir kere gözüne bakmadığı ‘’Çena ali’ (Alinin kızı elif)’ in benimle olan hikayesi, görülmeyen, bilinmeyen ve okunmayan ilahi bir kitap gibi durur bizim hanemizde. En küçük halim ve duygumla kaydetmişim yıllarca yaşananları. Ve bir gün AHL den kalkan bir THY uçağının içinden babaanneme el sallamamın adaletidir bu hikaye den bana kalan.
Çok fazla yaşanmış hikayemiz var elif anne ile benim aramda, yazsam buraya sığmaz. İki tanesini anlatacağım size. Birisi benim kişiliğimi oluşturan olay, diğeri ise THY ile ilgisi nedeniyle.
1970 li yıllar 11-12 yaşlarımda köyde babaannem ile birlikte yaşıyordum. İlkokul 3 sınıftayım. Neden köydesin diye sorarsanız, iki amcam asker olmuştu, köyde erkek niyetine beni koymuşlar ve çok büyük adam muamelesi görüyorum o sıralar. Tarla sürme zamanı, Henüz traktörün olmadığı karasaban lı (tarla sürülen alet) yıllar. Babaannem ile sürüyoruz tarlaları. Mil tarlamız vardı köyün doğu girişinde. Üç ’üncü gün olmuştu tarlayı sürmeye başlayalı.
Sabah beşten akşam karanlığına kadar ben öküzlerin önünde babaannem arkasında, karasaban ile sürüp durduk tarlayı. Akşam karanlığı basmak üzere, yağmur çiselemeye başladı ve gittikçe de hızlandı. Tarlanın bitmesine yaklaşık 150 metrekare bir alan kalmış. Yağmur öyle şiddetlendi ki MİL tarlası suya döndü. Tam o sırada bizim Karaoğlan(Kara öküz) İsyan etti artık, kopardı boyunduruğunu eve doğru koşmaya başladı ve gözden kayboldu. Elif annem bağırdı! ‘’hey, hey, hey ,’’ ancak nafile. Sabaha tekrar gelmek zor ve zaman kaybı demekti.
Elif annem,’’ geç ali karasabanın arkasına dedi’’ bende usulca geçtim arkaya ve elimle sıkıca kavradım karasabanın tutağını,(Sabanı yönlendiren alet ) ıslak ellerimle karasabanın arkasında ben sarı öküz diğer tarafta, Kara öküzün boyunduruğu ise babaannemin boynunda. Kurtuluş savaşı sahnelerinin kağnılı ve karasaban lı köy destanlarını kıskandıran halimizle başladık tarlanın geri kalanını sürmeye. Yağmur suları çamurdan görünmeyen lastik ayakkabılarımızın içinde gölet’ e dönüşürken bizde bitirmiştik tarlanın geri kalanını.
Karanlık çöktüğünde gelebilmiştik Gül ali in hanesine. Deliksiz uykuların içinde güzel rüyalar ile uyudum bir ertesi günün sabahına kadar.
Benim Emek nedir dendiğinde hep anlattığım hikayedir babaannem ile yaşadıklarım. İşçi mücadelesindeki kutsallığı hep buna benzetirim ben. Onun için bütün ömrümü bu mücadeleye verdim tereddütsüz ve gönüllü olarak.
İkinci anlatacağım olay yakın zamandan. TH’Y da çalışıyorum, babaannem İstanbul da. hastalığı nedeniyle yatağa bağımlı. Tam 30 yıl yatağa bağımlı olarak yaşadı babaannem. Ben ona sevgi ile baktım hep. Neden mi yatağa bağımlıydı? Çünkü o kadar ağır işlerde çalışıp ve zorlamıştı ki bedenini, bel ve omurlar dahil tüm kemik yapısı erimişti. 1.80 boyundaki o devasa kadın vefat ettiğinde ancak boyunun yarısı kadar bir uzunluğa ve ağırlığa sahipti.
Babaannem İstanbul un Anadolu yakasında Maltepe ilçesinin yüksek rakımlı semtlerinden birinde iki katlı bir evin üst katında ve çoğunlukla dışı camlarla kapatılmış balkonda bulunan bir yatakta orman ve gökyüzünü gören bir panoramada geçirirdi günlerini. Ben her hafta sonu ve fırsat buldukça giderdim babaannemin yanına. Bir hafta sonu yanına gittiğimde başladı anlatmaya zor dönen dili ve kelimeleri yutan haliyle.’’ Sana el sallıyorum her gün, senin uçak devamlı geçiyor buradan, görmüyor musun beni ‘’ iki damla yaş akarken kömür karası gözlerinden kararlı bir şekilde doğruldu hasta yatağından.. Şaşırdım boğazım düğümlendi, başımı çevirdim camı açtım, içeri rüzgar ile beraber bir çam kokusu doldu, derin bir nefes aldım ve sesimin titreyişini bastırmaya çalışarak;
Yok dedim Babaanne o uçak benim değil, arkadaşlarımın uçağı, onlar seni tanımadıklarından el sallamamışlardır. Ve akşama kadar kaldıktan sonra dönmüştük evimize. ,Ertesi gün Antalya’ya görevli gidiyordum, Antalya uçağı sabah sanırım 06:30 civarı AHL den havalandı ben erken kalkmanın zorluğu ve hafta sonu yorgunluğu da eklenince kendimi uykuya bıraktım koltukta, bir sarsıntı ile uyandım birden.
Kafamı çevirip uçağın camından önce solumdaki düz gökyüzü boşluğuna, sonrada aşağı doğru çevirdim gözlerimi. Aman Allah’ım ne göreyim, babaannem balkonda. Aramızda uzanıp tutacakmışız kadar yakın bir mesafe, elimi deli gibi sallamaya başladım, göz bebeklerimden akan yaşları usulca silerken. Saniyelerle ölçülen zaman dilimi içerisinde ne uzun bir masal yaşamıştık babaannem ile karşılıklı. Bir süre sonra bulutların ve boşluğun arasından yitip gitti o an. Babaannemin bir gün önceki sitemi ve kara gözlerinden inen gözyaşları geldi aklıma. Tarifsiz duygular içinde İple çektim görev dönüşünü. Eve dönmeden doğruca babaanneme gittim. Sarıldım ve sordum. ‘’Babaanne dün sana el salladım benim uçaktan gördün mü? ’’ gördüm oğul dedi, sen söylemiştin sizin uçağın kuyruğunda kırmızı bir bayrak var diye. Bağırdım, sende duydun mu beni?
Benim Türk Hava Yollarındaki iş hayatım sadece sekiz saat çalışılıp dönülen bir mecburiyet değildi. İçinde derin bağ ve izleri olan, Babaannelerin gözyaşlarıyla sahiplendiği kocaman bir hayat vardı.
Onun içindir ki adaletin terazisinin şaştığı her alanda büyük bir itiraz ve mücadele vardı benim dünyamda. Bu sonradan öğrendiğimiz bir şey de değildi. Biz babaannelerimizden almıştık bu duyguyu. Türk Hava Yollarında bu duygu ile çalışmıştık. Çıkarsız, Beklentisiz ve ateşe su taşıyan karıncalar misali.
Biliyorum benim gibi birçok arkadaşımın da böyle hikayeleri vardır mutlaka. Bu kuruma sonradan gelip bir günde bütün bu bağları koparanlara itirazımız bundandır. THY ve Hava iş, bu nedenle hep göz ve duygu mesafemizdedir.
Özelleştirmeye, Taşeronlaştırmaya bunun için karşı durduk duruyoruz. Çalışanı bir makine gibi gören duygularını yitirmiş işveren ci anlayışlara bu nedenle karşı olduk. Üyesini işverenin kucağına atan emek düşmanı sendikal anlayışlarla bunun için mücadele ettik. Bunun için sessizlerin sesi olduk ve olmaya devam edeceğiz.
Bugün de itiraz etmeye devam edenler var mutlaka. Bu bağ, bu duygu ve bilinç ile mücadele edenlere selam olsun…
Saygılarımla.