Bu hafta da, yazımın konusunu belirlemeye çalışırken, Haber Türk kanalında, Fatih Altaylı’nın konuğu olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı bir programı gördüm, izlemeye başladım. Fatih Altaylı, -üstüne vazife miydi bilmiyorum ama- bir anda Sağlık Bakanının çok başarılı hizmetler yaptığı halde neden görevden alındığını sordu. Başbakan’ın bu soruya verdiği yanıtın, benim bu haftaki yazımın konusunu belirlediğini söyleyebilirim.
Bu arada Fatih Altaylı’nın birçok kabine üyesinin isimlerini zikredip puan vermesi beni çok güldürdü. Umarım Fatih Altaylı iyi puan verdiği sayın bakanlardan geri dönüş alır. Bu bana ders oldu ve davet aldığım ilk TV programında Hamdi Topçu’yu durduk yere överek konuşmama başlayacağım. Belki beni de 25 Şubattaki tüm havalimanı muhabirlerinin katılacağı Los Angeles ve Pekin gezilerine davet eder. Tabii ki biletim Business class olmalı yoksa karizmam çizilir ona göre :).
Her ne kadar, sayın Başbakanımızın politikalarını benimsemesem de, AKP’nin Tüzük yapılanmasını beğendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. Bu nedenle, Başbakanın; meslek körlüğünü açıklarken, “bir kişinin aynı görevde uzun süre kalmasının ardından, yapılan o görevi artık gerektiği gibi yönetemeyeceği” düşüncesine yürekten katılıyorum.
Bu site, havacılık haberleri ve yorumlarının yayınlandığı tematik bir yayın anlayışı sürdürdüğünden, konuyu siyasete sokmayacağım. Başbakanın; meslek körlüğünü gidermek için, yapılması gereken değişiklikler ve alınacak önlemler olarak öne sürdüğü: bir kişinin en fazla 3 dönem milletvekili olabilmesi ya da; belediye başkanlığına aday olabilmesini sınırlayarak belirleyen tüzük yapısının,sektörümüzdeki sendika, dernek ve vakıf tüzüklerinde de örnek alınması gerekir.
Tersi durumda; sendika başkanları gibi, 24 senelik başkanları, sıkı sıkıya yapıştıkları koltuklarından ayıramaz ve zaman içerisinde; “meslek körlüğüne düşmüş”, yani, işçiden uzaklaşmış, sözde bir sendika yapılanmasına katlanmak zorunda kalırsınız.
Ayrıca; Yazılarımın hiç birinde sendikayı eleştirirken bel altı muhabbetleri ve siyasi yapısına değinmediğimi gözlemlemişsinizdir. Ben kişilerin zaafları ve siyasi görüşlerine vurularak seçim kazanılacağına inanmayanlardanım. Eleştiriler sadece yönetim yanlışlarına yönelik olduğunda yapıcı olur.
Uzun süre başkanlık yapan, sadece Atilla Ayçin değil. Geçmişte bu hataya düşenlerden biri de benim. Her ne kadar dernek olsa da, her ne kadar bu işten maaş alınmasa da, yine de koltuk bir hastalık oluyor. Bu hastalıktan 2006 yılında, ancak kurtulabildim. Ancak burada belirtmeliyim ki, yöneticilerin bu hastalığa yönelmesinde, yönetilenlerin edilgen, “neme gerek”ci tutumlarının da payı büyüktür. Genel Kurul’larda söz alıp; bırakın eleştiriyi, konuşan kaç üyemiz olmuştur? Yönetime katılmak isteyen kaç başvuru alınmıştır?
Aslına bakacak olursanız, UTED dernek tüzüğü, maaşlı profesyonel bir başkanın ve yönetimin göreve devam etmesine olanak sağlamaktadır. Bir üyenin işinden ayrılması, o üyenin ödentilerini ödemek koşulu ile dernekte görev almasına engel değil. Hatta, Genel Kurul arzu ederse, dışarıdan, maaşlı başkan veya yönetim bile kurabiliyor. Bu tür bir istek olduğu, yani başkanlığa devam etmem genel kurula katılan üyelerin çoğu tarafından istendiği halde kabul etmedim.
Türkiye’de şimdiye kadar hiçbir sendika veya derneğe nasip olmamış ve olacağını düşünemediğim çok büyük boyutta bir başarıya imza atan o dönemki UTED yönetiminin başkanı olarak bile bu görevin, artık, genç kuşaktan üyelerle sürdürülebilmesi adına bayrağı kendi elimle bir başka arkadaşıma teslim ederek benden bu kadar demiştim. Hâlbuki istesem bir 20 sene daha o makamda hem de maaş alarak bu görevi sürdürebilirdim.
Bu tür toplumsal görevler, amatör olarak yapılırsa anlamlı oluyor. Topluma hizmet etmenin zevkini para ile değerlendirdiğinizde, başarılı olabilmeniz bence olanaklı değil. İşin içine para girdiğinde, olay toplumculuktan çıkıp, çıkar ilişkilerinin ön plana çıktığı ve kendi geleceğini toplumun geleceğinin önüne konulduğu bir ortam oluşabiliyor. Kısaca, işçilikten çıkılıp ve patron olunuyor. Bu da meslek körlüğünü beraberinde getiriyor. Bu tür görevdeki kişileri; içinden çıkıp geldikleri emekçi kesimlere yabancılaştırıp, uzaklaştırıp, kapitalist düzenin çıkar çarklarının bir esiri yapıveriyor. Bu hastalığın sendikalarda da egemen olduğunu hatırlatmaya gerek bile yok.
Ülkemizde, kolay kolay koltuğunu kendi rızası ile bırakanlara rastlanmamaktadır.
Bu nedenle, bu tür kuruluşların yönetimlerine gelenlerin, bu koltuk hırsına bir sınır çizecek Tüzük yapılanmalarına gidilmesinde yarar var. Tersi durumda, her geçen gün profesyonelleşen, milyonlarca lirayı elinin altında tutarak harcama yetkisini rahatça kullanabilen ve seçim zamanı yönetim ve temsilcileri ile her yere ulaşabilecek bir örgüt yapılanması kurmuş olan bir yönetime karşı, kendi çabalarınız ve amatör gönül işbirliğiniz ile aday olup seçimi kazanmak çok zordur.
Geçen dönemdeki sendika seçimlerinde karşı grubun aldığı başa baş oyu, bu kadar karşıt koşula karşın, çok başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim.
Şu anda var olan yönetim, bugün yönetimde ise, bunu karşı grubun genel kuruldaki seçim aşamasında yaptığı tek bir yanlış nedeniyle olduğunu, net olarak söyleyebilirim. (Final maçında kendi kalesine istenmeden atılan gol gibi…)
Bir an düşünüp, kendimi sendika başkanının yerine koyduğumda; 24 yıllık bir başkan olarak ve birlikte çalıştığı (kendi oluşturduğu) yönetimin, hala neden yeter demediğini anlayamıyorum. Bu “işçi aşkını” anlayabilmek olanaklı değil :). Toplumun diğer alanlarındaki örgütlenmeleri bir yana bırakalım, özellikle emek örgütleri başında bulunanlar, kendileri dışında nasıl yeni bir oluşuma fırsat tanımazlar? Anlaşılabilir gibi değil…
Aslında yönetim ve yönetim biçimleri, o toplumun, o ülkenin demokrasi açısından gelişmişlik düzeylerinin de bir göstergesidir. Demokrasisi ve demokratik bilinci gelişmiş bireylerin ülkesinde; Olof Palme gibi, görevine bisikleti ile giden, toplumun içinde korumalarıyla değil, kendisi korkmadan çekinmeden özgürce dolaşabilen yönetici örnekleri görülebilmektedir.
Şu anki yönetimin mutlaka THY çalışanlarına yararları olmuştur. Bunu yadsımak yanlış olur. Ancak, çalışanlar arasında yeni bir oluşum, sizi beğenmiyor ve temsil ettiğiniz üyelerin katıldığı delege seçimlerinde sizden çok delege çıkartıyorsa, oradan buradan delege avına çıkmanın ne anlamı var ki? Bu iş bitmiş demektir.
Bu durumda yapılacak en kaliteli davranış, genel kurulda aday olmayıp YETER diyerek alkışlarla “sine-i millete” dönmekten geçmeli. İnanın ki, bu davranışı gösterebilseniz bu toplum sizi gönüllerde zirveye taşır ve sizi Onursal Başkan bile yapabilirdi. Ama, “bu tür duygusal değerler beni ilgilendirmiyor, illa da para, pul, makam, koltuk” diyorsanız, size ne dense boş.
Düşünüyorum da; var olan yönetim, seçimleri yitirseydi, o yılların başkanlığını yapan kişi şimdi ne duruma düşerdi? Bu kadar yaptığı özveri, toplumsal uğraşları yok olup gidecekti. Hatta zafer sarhoşluğu içerisinde, bir takım kişiler; seçimleri yitiren eski başkana kırıcı davranışlarda bulunacak ve başkan, salondan tek başına çıkacaktı. Bu duruma düşmenin riski çok büyükken, nasıl başkanlığa aday olunabiliyor? Bu nasıl bir hırstır.
Toplumsal görevler, bana göre gönül işidir. Toplumsal çıkarları, kişisel çıkarlarının üstünde tutabilecek kişilerce yapılmalıdır. Hava-İş te görülen manzara bu değildir. Bu tür sendika, dernek gibi kurumların denetlenmesinde çok boşluklar olmakta ve yapılan yanlışlar, ancak bir başka yönetim göreve geldiğinde anlaşılabilmektedir.
Genel kurullarda zaman yetersizliğinden, 4 senelik bir yönetimin genel denetimleri, genel incelemeye gerek görülmeden, ibraya (temize çıkarma) geçilmektedir. Eski yönetimin yaptığı yanlışlar ve harcamalar; ancak bir başka yönetim o sendikayı veya derneği devir aldığında ortaya çıkmaktadır. Kısaca, gerçek ibrada; koltuğu bıraktıktan sonra belli olacak ve yapılan yanlış ödemeler, harcanan gereksiz paralar mutlaka topluma bir şekilde deşifre edilecektir. Koltuğunu bir türlü bırakamayanlar acaba bu olasılıktan mı çekinmektedirler?
Bizim toplumumuz ne yazık ki, “adam sende”ci bir yapı sergiliyor. “Ben zorunlu ödentimi veriyorum, ne yaparlarsa yapsınlar” dediğinizde, kirlenmenin baş sorumlusu siz oluyorsunuz. Aslında sendikanın gücü; üyesinin sendika yönetimine bağlılığı ile doğru orantılıdır. Ben olsam; işverene, “çalışanlardan her ay kesilen sendika aidatlarını özgür bırakın ve sizler kesmeyin. Benim üyem bana aidatını öder” diyerek, rest çekerdim. ( THY’deki dernekler böyledir…)
Ben UTED Başkanı iken, Genel Müdür Tezcan Yaramancı, bu kozunu tüm dernek yönetimlerine karşı oynamış ve “ödentilerinizi ben toplamayacağım, siz başınızın çaresine bakın” dediğinde, bizler bir daha bu konuyu açmadan, yapmayın, etmeyin demeden ödentileri kendimiz toplamaya başlamıştık. Hala da öyle sanıyorum. Dernekler, bankalar aracılığı ile bu işlemi sürdürüyor.
Sendikacılığı, gönül birliği ilkesine göre; çalışan insanların emeğine saygı ilkesine göre, yapmak gerekir. Yani, isteyen ödentisini öder, istemeyen ödemez. Endişelenmeyin, THY çalışanı sendikasına ve derneklerine her zaman sahip çıkar. THY çalışanı sendikasına sahip çıkmıyorsa, demek ki bir yerlerde yanlışlar yapılıyor mesajını alırdınız. Her ay derneklerine ödentisini gönül birliği adına yatıranlar yok mu? Hangi dernek kapanmış?
Sendikacılık aynı dernekler gibi kendine üye olsun veya olmasın tüm çalışanların sorunlarına el atmalı ve yardımcı olmalıdır. Önce bana üye ol sonra sorununa bakalım demek sendikacılığı paralı asker mantığında sürdürüldüğüne bir örnektir. Dernekler üyesi olmayanı dışlamıyor ve meslektaşları için üye veya üyemiz değil diye ayırıma girmiyorsa sendikalar neden girer. Konu toplumsal hizmet vermek değil paralı asker misali yönetim ise sendika değil aracı kurum olursunuz.
Şimdide gelelim derneklere; THY’de örgütlenmiş tüm mesleki derneklerde son senelerde bir uyuşukluk gözlemlemekteyim. Hâlbuki kamuoyunda amatör yapılı, mesleğin içinden gelmiş kişilerce yönetilen bu kurumlar çok saygın görülmekte olup tepkileri çok önemsenmektedir. Sendikalar gibi genele değil özele yani sadece meslektaşlarına yönelik faaliyetler içerisinde olmaları son derece doğaldır. Sendika yönetimine girmek için büyük uğraş veren birçok çalışan her nedense(!) dernek yönetimlerine girmeyi istememektedirler.
9 Şubat 2103 tarihinde UTED Genel Kurulu var. Bu genel kurulda, geçen son 2 yılık faaliyetlerinin hesabını verecekler. Neler yapmışlar, neleri yapamamışlar, hepsini anlatacaklar. Bu genel kurula mutlaka katılım yapmanız ve sorunlarınızı bu platformda anlatabilmeniz çok önemli. Duyduğum kadarı ile UTED yönetimi, HABOM çalışanlarına; “üye olun veya olmayın genel kurulumuza katılın” çağrısı yapmış. Bu öneriyi, mutlaka değerlendirin. Mesleğinizi temsil eden UTED’le sorunlarınızı benim yazılarıma attığınız değerli yorumlarınız gibi çekinmeden kendiniz anlatın. Size yanıt verecekler çıkacaktır. Gelinen son noktada; “neler oluyor ve neler olabilir?”i tartışın. Bir üye olarak, belki benim de genel kurulda, sizlere iki çift sözüm olabilir.
Genel kurullarda seçim, son aşamadır. Genel kurullarda istenen; önce sorunların tartışılması, derneğinizin ne yapıp yapamadığının sorgulanmasıdır. Bu demokratik hakkınızı mutlaka kullanmalı ve yeni seçilecek yönetime yol çizmelisiniz. Uçak teknisyenleri olarak inanılmaz güçlü ve bir o kadar çekingen ve sessizsiniz. Bu toplumsal hastalığımızı, konuşma özürlü yapımızı, üstümüzden attığımızda gelecekteki her şey bir anda değişecektir.
9 Şubat UTED genel kurulunda buluşmak üzere…
Her ne kadar, sayın Başbakanımızın politikalarını benimsemesem de, AKP’nin Tüzük yapılanmasını beğendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. Bu nedenle, Başbakanın; meslek körlüğünü açıklarken, “bir kişinin aynı görevde uzun süre kalmasının ardından, yapılan o görevi artık gerektiği gibi yönetemeyeceği” düşüncesine yürekten katılıyorum.
Bu site, havacılık haberleri ve yorumlarının yayınlandığı tematik bir yayın anlayışı sürdürdüğünden, konuyu siyasete sokmayacağım. Başbakanın; meslek körlüğünü gidermek için, yapılması gereken değişiklikler ve alınacak önlemler olarak öne sürdüğü: bir kişinin en fazla 3 dönem milletvekili olabilmesi ya da; belediye başkanlığına aday olabilmesini sınırlayarak belirleyen tüzük yapısının,sektörümüzdeki sendika, dernek ve vakıf tüzüklerinde de örnek alınması gerekir.
Tersi durumda; sendika başkanları gibi, 24 senelik başkanları, sıkı sıkıya yapıştıkları koltuklarından ayıramaz ve zaman içerisinde; “meslek körlüğüne düşmüş”, yani, işçiden uzaklaşmış, sözde bir sendika yapılanmasına katlanmak zorunda kalırsınız.
Ayrıca; Yazılarımın hiç birinde sendikayı eleştirirken bel altı muhabbetleri ve siyasi yapısına değinmediğimi gözlemlemişsinizdir. Ben kişilerin zaafları ve siyasi görüşlerine vurularak seçim kazanılacağına inanmayanlardanım. Eleştiriler sadece yönetim yanlışlarına yönelik olduğunda yapıcı olur.
Uzun süre başkanlık yapan, sadece Atilla Ayçin değil. Geçmişte bu hataya düşenlerden biri de benim. Her ne kadar dernek olsa da, her ne kadar bu işten maaş alınmasa da, yine de koltuk bir hastalık oluyor. Bu hastalıktan 2006 yılında, ancak kurtulabildim. Ancak burada belirtmeliyim ki, yöneticilerin bu hastalığa yönelmesinde, yönetilenlerin edilgen, “neme gerek”ci tutumlarının da payı büyüktür. Genel Kurul’larda söz alıp; bırakın eleştiriyi, konuşan kaç üyemiz olmuştur? Yönetime katılmak isteyen kaç başvuru alınmıştır?
Aslına bakacak olursanız, UTED dernek tüzüğü, maaşlı profesyonel bir başkanın ve yönetimin göreve devam etmesine olanak sağlamaktadır. Bir üyenin işinden ayrılması, o üyenin ödentilerini ödemek koşulu ile dernekte görev almasına engel değil. Hatta, Genel Kurul arzu ederse, dışarıdan, maaşlı başkan veya yönetim bile kurabiliyor. Bu tür bir istek olduğu, yani başkanlığa devam etmem genel kurula katılan üyelerin çoğu tarafından istendiği halde kabul etmedim.
Türkiye’de şimdiye kadar hiçbir sendika veya derneğe nasip olmamış ve olacağını düşünemediğim çok büyük boyutta bir başarıya imza atan o dönemki UTED yönetiminin başkanı olarak bile bu görevin, artık, genç kuşaktan üyelerle sürdürülebilmesi adına bayrağı kendi elimle bir başka arkadaşıma teslim ederek benden bu kadar demiştim. Hâlbuki istesem bir 20 sene daha o makamda hem de maaş alarak bu görevi sürdürebilirdim.
Bu tür toplumsal görevler, amatör olarak yapılırsa anlamlı oluyor. Topluma hizmet etmenin zevkini para ile değerlendirdiğinizde, başarılı olabilmeniz bence olanaklı değil. İşin içine para girdiğinde, olay toplumculuktan çıkıp, çıkar ilişkilerinin ön plana çıktığı ve kendi geleceğini toplumun geleceğinin önüne konulduğu bir ortam oluşabiliyor. Kısaca, işçilikten çıkılıp ve patron olunuyor. Bu da meslek körlüğünü beraberinde getiriyor. Bu tür görevdeki kişileri; içinden çıkıp geldikleri emekçi kesimlere yabancılaştırıp, uzaklaştırıp, kapitalist düzenin çıkar çarklarının bir esiri yapıveriyor. Bu hastalığın sendikalarda da egemen olduğunu hatırlatmaya gerek bile yok.
Ülkemizde, kolay kolay koltuğunu kendi rızası ile bırakanlara rastlanmamaktadır.
Bu nedenle, bu tür kuruluşların yönetimlerine gelenlerin, bu koltuk hırsına bir sınır çizecek Tüzük yapılanmalarına gidilmesinde yarar var. Tersi durumda, her geçen gün profesyonelleşen, milyonlarca lirayı elinin altında tutarak harcama yetkisini rahatça kullanabilen ve seçim zamanı yönetim ve temsilcileri ile her yere ulaşabilecek bir örgüt yapılanması kurmuş olan bir yönetime karşı, kendi çabalarınız ve amatör gönül işbirliğiniz ile aday olup seçimi kazanmak çok zordur.
Geçen dönemdeki sendika seçimlerinde karşı grubun aldığı başa baş oyu, bu kadar karşıt koşula karşın, çok başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim.
Şu anda var olan yönetim, bugün yönetimde ise, bunu karşı grubun genel kuruldaki seçim aşamasında yaptığı tek bir yanlış nedeniyle olduğunu, net olarak söyleyebilirim. (Final maçında kendi kalesine istenmeden atılan gol gibi…)
Bir an düşünüp, kendimi sendika başkanının yerine koyduğumda; 24 yıllık bir başkan olarak ve birlikte çalıştığı (kendi oluşturduğu) yönetimin, hala neden yeter demediğini anlayamıyorum. Bu “işçi aşkını” anlayabilmek olanaklı değil :). Toplumun diğer alanlarındaki örgütlenmeleri bir yana bırakalım, özellikle emek örgütleri başında bulunanlar, kendileri dışında nasıl yeni bir oluşuma fırsat tanımazlar? Anlaşılabilir gibi değil…
Aslında yönetim ve yönetim biçimleri, o toplumun, o ülkenin demokrasi açısından gelişmişlik düzeylerinin de bir göstergesidir. Demokrasisi ve demokratik bilinci gelişmiş bireylerin ülkesinde; Olof Palme gibi, görevine bisikleti ile giden, toplumun içinde korumalarıyla değil, kendisi korkmadan çekinmeden özgürce dolaşabilen yönetici örnekleri görülebilmektedir.
Şu anki yönetimin mutlaka THY çalışanlarına yararları olmuştur. Bunu yadsımak yanlış olur. Ancak, çalışanlar arasında yeni bir oluşum, sizi beğenmiyor ve temsil ettiğiniz üyelerin katıldığı delege seçimlerinde sizden çok delege çıkartıyorsa, oradan buradan delege avına çıkmanın ne anlamı var ki? Bu iş bitmiş demektir.
Bu durumda yapılacak en kaliteli davranış, genel kurulda aday olmayıp YETER diyerek alkışlarla “sine-i millete” dönmekten geçmeli. İnanın ki, bu davranışı gösterebilseniz bu toplum sizi gönüllerde zirveye taşır ve sizi Onursal Başkan bile yapabilirdi. Ama, “bu tür duygusal değerler beni ilgilendirmiyor, illa da para, pul, makam, koltuk” diyorsanız, size ne dense boş.
Düşünüyorum da; var olan yönetim, seçimleri yitirseydi, o yılların başkanlığını yapan kişi şimdi ne duruma düşerdi? Bu kadar yaptığı özveri, toplumsal uğraşları yok olup gidecekti. Hatta zafer sarhoşluğu içerisinde, bir takım kişiler; seçimleri yitiren eski başkana kırıcı davranışlarda bulunacak ve başkan, salondan tek başına çıkacaktı. Bu duruma düşmenin riski çok büyükken, nasıl başkanlığa aday olunabiliyor? Bu nasıl bir hırstır.
Toplumsal görevler, bana göre gönül işidir. Toplumsal çıkarları, kişisel çıkarlarının üstünde tutabilecek kişilerce yapılmalıdır. Hava-İş te görülen manzara bu değildir. Bu tür sendika, dernek gibi kurumların denetlenmesinde çok boşluklar olmakta ve yapılan yanlışlar, ancak bir başka yönetim göreve geldiğinde anlaşılabilmektedir.
Genel kurullarda zaman yetersizliğinden, 4 senelik bir yönetimin genel denetimleri, genel incelemeye gerek görülmeden, ibraya (temize çıkarma) geçilmektedir. Eski yönetimin yaptığı yanlışlar ve harcamalar; ancak bir başka yönetim o sendikayı veya derneği devir aldığında ortaya çıkmaktadır. Kısaca, gerçek ibrada; koltuğu bıraktıktan sonra belli olacak ve yapılan yanlış ödemeler, harcanan gereksiz paralar mutlaka topluma bir şekilde deşifre edilecektir. Koltuğunu bir türlü bırakamayanlar acaba bu olasılıktan mı çekinmektedirler?
Bizim toplumumuz ne yazık ki, “adam sende”ci bir yapı sergiliyor. “Ben zorunlu ödentimi veriyorum, ne yaparlarsa yapsınlar” dediğinizde, kirlenmenin baş sorumlusu siz oluyorsunuz. Aslında sendikanın gücü; üyesinin sendika yönetimine bağlılığı ile doğru orantılıdır. Ben olsam; işverene, “çalışanlardan her ay kesilen sendika aidatlarını özgür bırakın ve sizler kesmeyin. Benim üyem bana aidatını öder” diyerek, rest çekerdim. ( THY’deki dernekler böyledir…)
Ben UTED Başkanı iken, Genel Müdür Tezcan Yaramancı, bu kozunu tüm dernek yönetimlerine karşı oynamış ve “ödentilerinizi ben toplamayacağım, siz başınızın çaresine bakın” dediğinde, bizler bir daha bu konuyu açmadan, yapmayın, etmeyin demeden ödentileri kendimiz toplamaya başlamıştık. Hala da öyle sanıyorum. Dernekler, bankalar aracılığı ile bu işlemi sürdürüyor.
Sendikacılığı, gönül birliği ilkesine göre; çalışan insanların emeğine saygı ilkesine göre, yapmak gerekir. Yani, isteyen ödentisini öder, istemeyen ödemez. Endişelenmeyin, THY çalışanı sendikasına ve derneklerine her zaman sahip çıkar. THY çalışanı sendikasına sahip çıkmıyorsa, demek ki bir yerlerde yanlışlar yapılıyor mesajını alırdınız. Her ay derneklerine ödentisini gönül birliği adına yatıranlar yok mu? Hangi dernek kapanmış?
Sendikacılık aynı dernekler gibi kendine üye olsun veya olmasın tüm çalışanların sorunlarına el atmalı ve yardımcı olmalıdır. Önce bana üye ol sonra sorununa bakalım demek sendikacılığı paralı asker mantığında sürdürüldüğüne bir örnektir. Dernekler üyesi olmayanı dışlamıyor ve meslektaşları için üye veya üyemiz değil diye ayırıma girmiyorsa sendikalar neden girer. Konu toplumsal hizmet vermek değil paralı asker misali yönetim ise sendika değil aracı kurum olursunuz.
Şimdide gelelim derneklere; THY’de örgütlenmiş tüm mesleki derneklerde son senelerde bir uyuşukluk gözlemlemekteyim. Hâlbuki kamuoyunda amatör yapılı, mesleğin içinden gelmiş kişilerce yönetilen bu kurumlar çok saygın görülmekte olup tepkileri çok önemsenmektedir. Sendikalar gibi genele değil özele yani sadece meslektaşlarına yönelik faaliyetler içerisinde olmaları son derece doğaldır. Sendika yönetimine girmek için büyük uğraş veren birçok çalışan her nedense(!) dernek yönetimlerine girmeyi istememektedirler.
9 Şubat 2103 tarihinde UTED Genel Kurulu var. Bu genel kurulda, geçen son 2 yılık faaliyetlerinin hesabını verecekler. Neler yapmışlar, neleri yapamamışlar, hepsini anlatacaklar. Bu genel kurula mutlaka katılım yapmanız ve sorunlarınızı bu platformda anlatabilmeniz çok önemli. Duyduğum kadarı ile UTED yönetimi, HABOM çalışanlarına; “üye olun veya olmayın genel kurulumuza katılın” çağrısı yapmış. Bu öneriyi, mutlaka değerlendirin. Mesleğinizi temsil eden UTED’le sorunlarınızı benim yazılarıma attığınız değerli yorumlarınız gibi çekinmeden kendiniz anlatın. Size yanıt verecekler çıkacaktır. Gelinen son noktada; “neler oluyor ve neler olabilir?”i tartışın. Bir üye olarak, belki benim de genel kurulda, sizlere iki çift sözüm olabilir.
Genel kurullarda seçim, son aşamadır. Genel kurullarda istenen; önce sorunların tartışılması, derneğinizin ne yapıp yapamadığının sorgulanmasıdır. Bu demokratik hakkınızı mutlaka kullanmalı ve yeni seçilecek yönetime yol çizmelisiniz. Uçak teknisyenleri olarak inanılmaz güçlü ve bir o kadar çekingen ve sessizsiniz. Bu toplumsal hastalığımızı, konuşma özürlü yapımızı, üstümüzden attığımızda gelecekteki her şey bir anda değişecektir.
9 Şubat UTED genel kurulunda buluşmak üzere…