Kemerlerinizi bağlayın, son kez uçuşa geçiyoruz

İşte o gün de geldi çattı… Bir zamanlar Yeşilköy, sonra da Atatürk diye adlandırdığımız İstanbul’un ilk havalimanına bu hafta sonu veda ettik. Geride sadece anılar kaldı. Sadece tek tek her birimizin değil, bütün bir ulusun sevinçli, hüzünlü, dramatik ve bazen de korkulu anıları… Abartı değil, bizi biz yapan her şeyden bir parça vardı orada. Memleketin heyecanı da endişesi de coşkusu da kavgası da iki terminal binasına sığmıştı. Türk modernleşmesi, aradığı temsil gücünü burada bulmuştu. Hepsini bir araya topladık, başlangıcından bugüne son seyahate birlikte çıkalım istedik.

Atatürk Havalimanı’nın 05/23 numaralı pistine son defa inerken gözleri dolmayan bir Türk pilot var mıdır? Kolay değil; yılların anısı, telaşı, heyecanı… Teker piste son defa değiyor ve her şey birer anıya dönüşüyor…
Britanyalı yazar Alain de Botton, Londra’nın Heathrow Havalimanı’nda geçirdiği günlerden sonra kaleme aldığı ‘Havaalanında Bir Hafta’ kitabında şöyle yazar: “Bir Marslı medeniyetimizi tanımak için tek bir yeri ziyaret etmek isteseydi onu bir havaalanına götürmek yeterdi. Teknolojiye duyduğumuz sadakatten doğayı tahrip etmemize, karşılıklı iletişimimizden seyahat etmeyi romantikleştirmemize kadar her şeyi bulabilirdi burada.”
De Botton’un misafir etmek istediği Marslıyı alıp Atatürk Havalimanı’na götürseydik ya da onun belgeselini izletseydik bizler hakkında ne düşünürdü acaba?

Atatürk, incelemek için bir uçağa binerken; 6 Eylül 1937.
Evvela (hele dünyanın diğer birçok havalimanını da görmüşse) sıcak ve samimi bir evimiz olduğunu düşünürdü herhalde. Sonra da bu evin ‘İç Hatlar Terminali’ adını verdiğimiz odasında, pek kaçgöç olmadan, çocuk çombalak, diz dize, bir arada yaşadığımızı anlardı. ‘Dış Hatlar’ dediğimiz bir başka odayı da kendimizden çok misafirlere ayırdığımızı, orayı daha ferahfeza, bir yandan da protokol gözeterek tutmak istediğimizi varsayardı. Haksız mı? Atatürk Havalimanı’nın Dış Hatlar’ı, İç Hatlar’la kıyaslarsak Anadolu evlerinin ‘misafir’ odalarına benzemiyor muydu? Üzerine örtü serilen; kapısı konu komşu ziyaretinde bile değil, ancak uzaktan birileri geldiğinde açılan…

Ajda Pekkan Paris seyahatine çıkıyor (1970’ler)
1970’ler: Durum fevkalade perişan!
Bu hep böyle değildi. Özellikle de Yeşilköy Havalimanı, 1985’te ‘Atatürk’ adını alarak, bir anlamda yeniden açılmadan önce, hayat hem çalışanlar hem de yerli ve yabancı yolcular açısından daha zordu. ‘Misafir’ odası falan yoktu bir defa. Hizmetler yetersiz, terminal tıklım tıklımdı; teknolojik olarak da Batılı muadillerinin gerisindeydi.
1970’lerin sıkıntılı politik ve ekonomik atmosferi, Yeşilköy’de de kendini gösteriyordu. 1971’de uygulamaya konulan, mimar Hayati Tabanlıoğlu’na ait yeni master plandaki iyileştirmeler, Türkiye’nin içinden geçtiği finansal darboğaz nedeniyle bir türlü hayata geçirilemedi. Planda dört yeni terminal binası öngörülüyordu, eski pist yeniden yapılacaktı, ek binalar devreye girecekti. Olmadı.
Bir yandan ihtiyaç giderek artıyordu. Gurbete çalışmaya giden işçilerimizin eli biraz para tutmaya başlamıştı; memlekete gelip giderken artık uçak da tercih ediyorlardı. Yeşilköy’ün yükü ağırlaşmıştı ama ne terminal binaları ne de yenisi 1972’de açılan iki pist ihtiyacı karşılıyordu. Meselenin vahametini, 1970’te havalimanını teftişe giden İstanbul Valisi Vefa Poyraz’ın gazetecilere verdiği beyandan anlayın: “Durumu fevkalade perişan buldum!”
Değişim, yüzümüzü dışarıya döndüğümüz 1980’lere sarktı. Memleketin tarihiyle paralel olarak, önce 1970’lerin kavgası, sonra 12 Eylül’ün boğucu ortamı atlatıldıktan sonra Türkiye, dünyaya daha derli toplu bir havalimanı sunabildi. Turgut Özal’lı yılların sonuca dönük pragmatizmi burada da işliyordu. Havalimanının ismi değişmeden iki yıl önce, 1983’te, Dış Hatlar Terminali, İç Hatlar oldu. Yurtdışına gidip gelecekler içinse yeni terminal binası yapıldı. Havalimanı da memleket de toplum da rahatladı.
Nasıl rahatlamasın? Bir defa, “Aman el âleme rezil oluyoruz” endişesi biraz olsun azaldı. 1980’lerden bu yana gazete haberlerine bakınca, zaman zaman meseleye bu açıdan da yaklaşıldığını görüyorsunuz. Eh, sonuçta ‘İstanbul’un dünyaya açılan kapısı’ daha derli toplu olmalıydı.
Yeşilköy Havalimanı’nın  Dış Hatlar Terminali kapısı.
Kararımı verdim, 
ilk uçakla Avrupa’ya gideceğiz sevgilim!
2000’de yine Dış Hatlar Terminali’nin yenilenmesi de herhalde bu kolektif kaygının sonucuydu. Halbuki aynı yıllarda yeni havayollarının da serpilmesiyle iç hat yolculuğu patlamıştı. Sonuç değişmedi; ailedeki küçük çocuğun, büyüğün eski kıyafetlerini giymesi gibi, iç hatlar yolcusuna yine dış hatların eskiyen cicileri verildi. Ama bu da yetmedi. Turistler ‘perişan’ olmaya devam etti. Üstüne, hacı adaylarının artan oranlarda havayolunu tercih etmeye başlaması, dış hatlar çilesine yeni bir boyut ekledi.
Ama ‘toplumun aynası’ olması beklenen Yeşilçam, bu kaygıyı bizlere hiç hissettirmiyordu. Nasıl 1970’lerin Ertem Eğilmez filmleri, seyircisine o dönemde yaşanan büyük toplumsal kutuplaşmayı aksettirmediyse, Yeşilçam da, hele yine 70’lerde, İstanbul’un tek havalimanının ne büyük derbederlik içinde olduğunu bizlere anlatmadı. Orayı hep derli toplu gösterdi. Çünkü havalimanı o yıllarda zenginliğin simgesiydi. Batı’ydı. Avrupa’ydı. Çabasız şıklık, tatlı bir ferahlıktı. Hem varsıllığı hem medeniyeti aynı anda anlatacak daha iyi bir sembol yoktu ve o sembol de ancak Avrupa söz konusu olunca (ABD bile değil) işe yarıyordu.
Öyle ki, o filmleri izlediğinizde Yeşilköy’den sadece Avrupa’ya gidilip gelindiğini sanırdınız. Sanki Doğu’ya ancak atadan/dededen kalma yöntemlerle ulaşılırdı. Mesela İran’a gitmek isteyen Topkapı Otogarı’nın yolunu tutabilirdi. Uçmak başka bir şeydi!
Hosteslik özellikle 70’li yılların altın mesleklerindendi.
Kamusal mekânların tadı tuzu şöhretler izini kaybettirir olmuştu
Uludağ Sözlük isimli internet forumunda, bir kullanıcının isabetle belirttiği üzere Yeşilçam, Yeşilköy’den Avrupa’ya uçardı. Hem de ilk uçakla! Bu filmlerde nedense ülkenin ismi zikredilmez ama kararın gerekçesi keder de olsa neşe de, ivedilik muhakkak ‘ilk uçakla’ diyerek belirtilirdi: “Kararımı verdim, ilk uçakla Avrupa’ya gideceğiz sevgilim!”
Artık İstanbullu ilk uçakla nereye gidecekse ya şehrin adını taşıyan yeni havalimanına ya da dünyanın ilk kadın savaş pilotunun ismiyle anılan, ‘karşıdaki’ Sabiha Gökçen’e yolunu düşürecek. Çünkü uluslararası otoritelerce dünyanın iyi havalimanları arasında gösterilen Atatürk Havalimanı’nın şehre yetmediğine kanaat getirildi. Böylece dünyanın en görkemli inişlerinden biri (Marmara üzerinden, hele de geceyse gemilerin ve teknelerin ışıkları eşliğinde) de tarihe karışmış oluyor. Ne yalan söylemeli; bir yandan sitelerin, apartmanların hemen üzerinden, şehrin orta yerine inmekten kaynaklanan tedirginlik de ortadan kalkıyor.
Dahası var: Gurbetçilerin ilk oyları kullanma klasiği başka yerde yaşanacak. Zaten tadı kaçmıştı; gurbetçiler oylarını eskisi kadar açıklamıyor, yurttakilere bir seçim anketi zevki yaşatmadan ortadan yok oluyorlardı. Sadece onlar mı; kamusal mekânların tadı tuzu şöhretler de havalimanında izini kaybettirir olmuştu. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren VIP kapılarından geçip gidiyor, eşofmanları, güneş gözlükleri ve beyzbol kepleriyle, Atatürk Havalimanı’nın hakikaten örneği az görülen ayrıcalıklı ‘lounge’larında oturuyor, halka karışmıyorlardı.
Dönelim şu meraklı Marslımıza… Bu uzaylı arkadaş, bir şekilde Atatürk Havalimanı’nın son faaliyet gününe gelseydi, terminalden çıkar çıkmaz, eminim şunu derdi: “Burayı da amma duman altı yapmışsınız kardeşim!” Ayrıca yine haklı çıkardı. Sonra da gider gezegeninde, “Türk gibi sigara içmek diye bir şey var” deyip bizleri uzayda bile kategorize ederdi. Atatürk Havalimanı’nın yaşantımızı böyle gündelik detaylara dek tanımlayabilme gücü vardı.
Bakalım, İstanbul Havalimanı bizi bu kadar anlatabilecek mi?
Bir taraftar faaliyeti olarak ‘hoş geldin’cilik

Eski havalimanı, memlekete gelen yabancı oyuncuya duyulan heyecanın da barometresiydi. Taraftarlar yeni transferi uçaktan indiği gibi omuzlara alır, o ana dek biraz da ürkmüş olan futbolcuyu kavga gürültü onu bekleyen arabaya kadar ‘elden ele’ iletirdi. Transferin büyüklüğüyle ortamın boğuculuğu doğru orantılıydı. Yakın tarihin örneklerinden Fenerli Van Persie, Galatasaraylı Sneijder, Beşiktaşlı Guti için yapılan karşılamalarda rekor sayılara ulaşılmıştı. Tabii dikensiz gül olmaz; bu karşılamalarda bir sorun vardı. Uygulama futbolcunun ayarını bozmakla kalmaz, Atatürk Havalimanı’nın güvenliğini de allak bullak eder, habersiz yolcuları neye uğradığını şaşırtırdı. Bakalım taraftarlar yeni havalimanında bu konuda nasıl bir sınav verecek?
Darbeye direniş mekânı

Bir havaalanının kaç kötü günü olur? Yeşilköy-Atatürk Havalimanı’nın bu alanda mazisi epey yüklü. 1970’lerden bu yana, 61 kişinin hayatını kaybettiği, 358 kişininse yaralandığı toplam altı terör saldırısına şahitlik etti. IŞİD tarafından gerçekleştirildiği düşünülen ve 42 kişinin hayatına mâl olan, 28 Haziran 2016’da Dış Hatlar Terminali’ndeki son saldırı en ağırıydı. Bu olaydan tam 17 gün sonra yaşanan 15 Temmuz darbe girişiminde de Atatürk Havalimanı kilit önem taşıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağının ineceği düşünülen, darbecilerin de tanklarının yöneldiği havalimanına binlerce İstanbullunun canını hiçe sayarak akması, darbe planının başarısız olmasının en önemli unsurlarından biriydi.
Sınıfımız belli olsun

Yeşilköy-Atatürk Havalimanı, Yeşilçam’ın en sevdiği mekânlardan biriydi. Çünkü burası, kavuşma ve ayrılıkları sınıfsal düzeyde belirtmek gerektiğinde müthiş işe yarıyordu. Hem tren garları da artık fazla ‘eski püskü’ kaçıyordu. Yılmaz Güney gibi toplumcu gerçekçi sinemacılar halen otobüs ve tren garlarından şaşmıyordu elbette. Terminal, gar binasının yerini alırken, inip kalkan uçaklar da yeni hayatın sembolü olarak -bütün dünyadaki örneklerinde olduğu gibi- bir kare de olsa illa ki filmlerde yer buluyordu. Yeşilköy Havalimanı’nı mekân tutan film çok ama birinciliği herhalde ‘pilot’ Kartal Tibet ile ‘hostes’ Bahar Erdeniz’in aşklarını anlatan ‘Aşk Fırtınası’na verebiliriz. Yabancı filmler arasında da James Bond rolündeki Sean Connery’nin onu bekleyen Türk ajanın arabasına binerken ‘Yeşilköy Terminali’ yazısını da ekrana kazıyan ‘Rusya’dan Sevgilerle’nin yeri ayrı.

Eski simgeler gölgede kaldı
Yeşilköy’ün bahçeler içinde mutena evleri… Bir dönem zenginliğin ve Avrupai yaşamın simgesi olmuş Ataköy… Havalimanıyla iç içe yaşayan iki semt… Ataköy’ün havalimanına ‘sadece beş dakika’lığı bir statü simgesiydi. Pilotlar, hostesler havalimanının arka bahçesi sayılacak Yeşilköy’ün taş atsan denize ulaşacak ferah evlerinde otururdu. Şimdi o evler boşalıyor; işi uçmak olanlar Göktürk’e, Arnavutköy’e gidiyor. Ataköy’ünse statülük bir hali kalmadı; şimdi onun önüne ‘dikilen’ yeni siteler, yeni statüler var.
Birer film yıldızı gibi!

Evvela 1960’lar ama özellikle de 1970’ler, hosteslerin çağıydı. Bunlar uçmanın bir statü göstergesi olduğu; kaptan pilotun şapkasından ilk tekerlekli bavulların yerde sürüklenirken çıkardığı tıkırtıya, uçuşla ilgili her şeyin idealize edildiği dönemlerdi. İşte hostesler bu yılların başrolündeydi.

Havaalanı terminalinden, herkesin bakışları arasında müthiş bir özgüvenle yürüyüp geçen bu kadınlara (aralarında şimdiki gibi erkek personel olmazdı) sadece çok güzel ve bakımlı oldukları için değil, alttan alta daha farklı ve rahat bir yaşamın sembolü oldukları için de imreniliyordu.
Dönemin hostesleri hakkında bir dosya hazırlayan Vanity Fair dergisi, onlar için “Neredeyse bir film yıldızı gibilerdi” diye yazmıştı. Eksik bir tarif sayılmaz; dünyanın her tarafındaki havayolları o yıllarda hostesleri daha sıkı standartlara tabi tutar, ‘dişi’ yanlarını daha çok ön plana çıkarmaya çalışırdı. O yılların dünyası, en çok da havacılık açısından epey ‘erkek’ bir dünyaydı. Bu eşitsiz dünya değişmek zorundaydı; değişti.
Türkiye’de de benzer bir süreç yaşandı. Atatürk Havalimanı terminalleri THY’nin kadın kabin memurlarının (‘hostes’ kelimesi de bu dönüşüme dahildi) özellikle 21’inci yüzyıldaki değişimine şahitlik etti. Bizde de hostes kıyafetleri, moda kataloglarından fırlamış gibiydi; Yeşilköy Havalimanı’nın terminali bir özgüven podyumuydu. Derken bizde de devir değişti. Ama bir fark vardı. Hosteslerin kıyafetleri dışarıda estetik, kadın-erkek eşitliği, çalışma hayatında kadının yeri tartışmaları üzerinden evrim geçirdi; bizde ise daha çok siyaset ve sistem tartışmaları üzerinden.

Atatürk Havalimanı’nın facianın eşiğinden döndüğü an: Eskişehir uçağı, 27 Ağustos 1994’te yağış nedeniyle pistten çıkmıştı. 164 yolcu ve 7 kişilik mürettebatın bulunduğu uçak, Florya Sahil Yolu’nu geçmiş ve demiryoluna ancak birkaç metre kala durabilmişti.
Zaman tüneli
Atatürk Havalimanı’nın Yeşilköy’deki arazisinde, ilk olarak 1912’de askeri havacılık faaliyeti başladı.
Alandan yapılan ilk sivil uçuş, Cumhuriyet döneminde gerçekleşti. 1933’teki İstanbul-Ankara uçuşu, Yeşilköy Hava Meydanı’nı kamuya açmış oldu.
Meydan 1953’te uluslararası uçuşlara açıldı; bu şekilde havalimanı olarak da nitelenmeye başladı.
Son olarak İç Hatlar Terminali olarak hizmet veren Dış Hatlar Terminali, 29 Ekim 1983’te işletmeye açıldı. Eski Dış Hatlar Terminali de İç Hatlar olarak hizmete girdi.
1985’te Atatürk Havalimanı adını aldı.
 Yılda 20 milyon yolcu kapasiteli yeni bir Dış Hatlar Terminali 2000’de hizmete sunuldu.

Maziden bir yaprak: Havaalanında yakıt ikmali.

1970’lerde yolcu bekleme salonlarından bir kare.


Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, İstanbul Yeşilköy Havaalanı’nın açılış töreninde (Depo Photos).

1950’li yıllar; Havalimanı kontrol kulesi ve itfaiye aracı. (hurriyet)

Exit mobile version