Bir iniş klasiği içindeydik. İşleri ucu ucuna yetiştirmiş, kan ter içinde yerlerimize oturmuştuk. Açıkta kalan, emniyete alınmamış bir malzeme var mı diye ultra hassas, gece görüşlü gözlerimle tarama yapıyordum. Açık kalmış servis arabasının frenini tespit eden gözlerim, uyarı vermeye başladı.
Saniyenin bilmem kaçıncı salisesinde, kamerada kaptana bile görünmeden ben yerimden kalkıp o freni emniyete almış, yerime oturmuştum. Bu işlerde zamanlama önemliydi.
Geç kalırsan kendini de riske atar, başka sonuçlara katlanırsın. Yani, kafana uçan metal bir dolapla, kendini kokpit kapısına çarparken bulan troleylerle, samimi pozlar verebilirsin. ” Koridora taşan kafalara, el, ayak, bacaklara, dikkat…”
Bazen yorgunluktan, uykusuzluktan, algı zayıflamasından, hassas gözlerimiz körleşir ve kilitler unutulabiliyordu. Hosteslik hali. Yolcu koltuğu konforu ve emniyetinde oturma yerlerimiz yok bizim. Rahatsız edici bir yere oturur hissi veren, lastik gibi açılıp sertçe kapanan ” jump seat’lerimiz var.
İlk görene karmaşık gelen emniyet kemerlerimiz, takılmaktan çok giyiliyor. Kollardan geçir, kalça hizasında sıkıştır, kilitle. Olduk mu astronot. Bir de üstüne, kollarını iki yanına uzatırken, pilates yapar gibi şekillere gir.
Omuzlar dik, karın sert, boynunu koru, nefes al, ver… Ben farkında olmadan bu kadar olayı bir çırpıda seri bir şekilde yaparken karşımda beni izleyen yaşlıca adama takıldı gözlerim.
Benim her hareketimle, kendi olanaklarına bakıp, ” Acaba kandırılıyor muyuz? ” duygusuyla benim gibi çarpma pozisyonu alıyor, güya çaktırmıyordu. İyi inişler dercesine selamladım.
En sonunda dayanamadı ve beklediğim soruyu bir anda soruverdi, ” Kızım ayıp olmuyor mu? Size paraşüt var da bize niye yok ki ha? ”