Mesleğimizin duayenlerinden, ağabeyimiz, Erhan İnanç ile geçtiğimiz günlerde bir arada olma fırsatı bulduk. Geçmiş günleri ve bugünü birlikte yaşayan insanlar olarak değerlendirirken; laf lafı açtı, tabii ki konu eskilere döndü.
(Okurlarımın Erhan ağabeyi tanıyabilmesi için, kısa bir bilgi vermek istiyorum; Erhan ağabeyimiz, eski UTED Başkanı ve mesleki ve insani yapısı çok güçlü bir ağabeyimiz olup THY’de Teknik kontrol müdürlüğü yapmış ve halen Onur Air Teknikte Kalite Güvence müdürlüğü görevini sürdürüyor.)
Konu eski çalışma koşullarımıza geldi. Yeni neslin bilmediği hatta bilemeyeceği bazı anıları anlatmanın bizim görevimiz olduğunu anımsattı bana. Yazılarımda, genel sektör el içerikli konular kadar, eski çalışma koşullarının da gündeme getirilmesinin önemli olduğunu vurguladı ve ben de o güzel sohbetteki paylaşımlarımızı yazmaya karar verdim. İşte size Atatürk Havalimanı…
Yeşilköy Havaalanının ilk yolcu terminali şu anda askeri alan olarak kullanılan güney-doğu bölümündeydi. O zaman kullanılan kule hala yoldan geçenler tarafından görülebilir. Daha sonra 06-24 pistinin kuzeyine yeni bir terminal binası ve THY’nin hangarı 1955 yılında inşa edilip açıldı. Şimdi yerlerinde yeni terminal binasının 205-218 körüklerin bulunduğu kısımda doğudan batıya doğru önce yolcu terminal binası, gümrük binası ve THY’nin hangarı ve Pan American’ın küçük bir hangarı vardı. Daha sonra, 70’li yıllarda, gümrük binası ile THY hangarının arasındaki boşluğa acele tarafından tek katlı barakada bir Charter Terminali yapılmıştı. Daha sonra bu bina da yeterli olmayınca, Pan American hangarının batı uç kısmındaki boşluğa da baraka benzeri bir charter yolcu binası daha yapılmıştı. Özellikle Cuma-Pazar aralığında charter seferi yapan havayolu şirketleri, Avrupa’da çalışan işçilerimizi kitle halinde getiriler, uçaklardan inen yolcular bazen otobüsle, çoğunlukla da yaya olarak charter terminaline giderlerdi.
Yolculardan bazıları, kapıları devamlı açık duran THY hangarına da gelirler, bize “ağabey, ben uçaktan yeni indim, bavulumu nereden alacağım?” diye sorarlardı. Bunlardan bazılarını THY bekçileri hangar kapısından çevirip charter terminaline yönlendirirler bazıları ise elinden bavul teknik hangarda veya Apronda dolaşır dururdu.
Tüm çalışanların yakalarında tanıtım kartı bulunmaz ama, herkes birbirini tanırdı. 1971’den sonra Anadol veya Murat sahibi otomobili olan arkadaşlarımızın sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı ve bu kişiler arabalarını hangarın hemen arka tarafına park ederlerdi. Sabotaj, hırsızlık ve benzeri bir olay olmadığı gibi, yanlış bir olay olacağı aklımıza bile gelmezdi. Havaalanının dışı uyduruk bir tel örgü ile çevriliydi ama isteyen insan veya hayvan rahatlıkla hava alanına girebilirdi.
Bakırköy akıl hastanesinden kaçan bazı (çoğu erkek) hastalar üzerlerinde çizgili pijamaları, ayakları çıplak veya terlikli, ellerinde bir torba, içinde ekmek, bazen peynir, hangara kadar gelirler, bizleri, bakım yaptığımız uçakları seyrederler, meraklı ve akıllı olanları bizleri soru yağmuruna tutardı. Hiç unutmam bunlardan birisi; “ağabey, bu tayyare kaç vitesli?” diye sormuştu. Şakacı bir ağabeyimiz de; “36 vitesli” deyince “yuh, insan karıştırır be!” diye hayretini ifade etmişti.
Giden yolcular, terminalden uçağa kadar yaya olarak giderler, bazıları gruptan ayrılıp yanlış uçağa binerler, hiç akıllarında olmayan yerlere giderlerdi. Pan American gibi bazı yabancı şirket uçakları uçağın ön ve arka merdiveninin önüne uçağın sefer numarasını ve gittiği yeri yazan plakalar koyarak, merdiven başında bilet kontrolü yaparak yolcunun yanlış uçağa binmesini önlemeye çalışırlardı. Bu yolculardan birisi, elinde bavuluyla benim kaldırdığım Münih uçağına gelmiş ve bana Stuttgart’a hangi uçağın gideceğini sormuş ve ben de yanlışlıkla onu benim uçağımın Stuttgart olduğunu sandığımdan, o uçağa bindirmiş ve yollamıştım.
Bazı yolcu yakınları, uçağın yanına kadar giderler, sarmaş-dolaş vedalaşırlardı. Bunların içinden bazıları uçağa girip yolcu koltuğuna otururlar, kapı kapanmadan önce yolcu sayımında fazla sayı çıkınca tüm yolcuların biletlerini göstermesi istenir, biletsiz yolcu uçak dışına çıkarılır, tespit edilemeyenler kaçak yolcu olarak uçarlardı. Ama kimse tehlikeli bir olay çıkacağını, bu kişinin uçağı kaçıracağını düşünmezdi, çünkü olmamıştı ve olamazdı.
Yıllarca böyle huzur içinde çalışırken, birden, Filistinli Leyla ve arkadaşları bir Pan American uçağını silah zoru ile kaçırınca, tüm havacılık dünyası bu tatlı rüyadan uyandı. Binlerce insanın çalışıp ekmek yediği güvenlik sistemleri ve milyon dolarlar tutarında x-ray teçhizatları ortalığı kapladı. Hiç akla gelmeyen yepyeni bir sektör doğdu. Öyle hale geldi ki, hava alanına girmeden önceki yapılan aramalarda cepleriniz boş bile olsa paltonuzu, ceketinizi, pantolon kemerinizi, hatta kol saatinizi bile çıkarıp x-ray’dan geçirmek zorundasınız artık. Pantolon cebinizde kazara bir 10 kuruş unutsanız cihaz öterek ikaz veriyor. “Ceplerinizi bir daha arayın, metal ne varsa çıkarın, tekrar geçin” ikazı alıyorsunuz. Cebinizde kolonyalı mendil, tırnak çakısı mı var, onu da çıkaracaksınız çaresiz. Başınızda şapka veya bere mi var? Cihaz ötmese bile çıkarmak zorundasınız, öyle ya belki içine plastik patlayıcı koymuşunuzdur. Üstünde hiç metal bulunamadığı halde cihaz ötmeye devam ettiği durumlarda espri olarak; “Gece ıspanak mı yedin kardeşim?” ne bu ya devamlı cihaz ötüyor bile denecek hale getirildi.
Malum söz vardır : “Geçmiş zaman olur ki, hayaline cihan değer”. Öyle huzurlu, rahat günlere dönmemize artık imkân yok, özellikle 11 Eylül olayından sonra. Uçak yolculuğu yapacaksanız veya hava alanında çalıyorsanız, her seferinde Filistin hediyesi bu eziyetlere, kendi can emniyetiniz için katlanacaksınız.
İyi haftalar dilerim.