Büyük bir keyifle THY ve Hava-İş arasında ki toplu iş sözleşmesi gelişmeleri hakkında görüş belirtmek adına her hangi bir icraat veya haber bulmayı beklemekten yorulduk. İlgili kurumlarımızda ses seda yok. Ne yapılmak isteniyor anlayan beri gele…
İnanın ki özledim Hava-İş in sendikacılık anlayışını. Bizim için mükemmel bir haber malzemesi idiler. Yazılarımızı yayından kaldırmak için verdikleri mücadele, açtıkları ve devamlı kaybettikleri mahkemeleri özlememek mümkün değil. Bu haftaki konuma girmeden önce Hava-İş in çok değerli yönetim kadrosunun faaliyetlerini özlediğimi bilmelerini istedim.
Hava-İş’ten haber çıkmayınca, değerli yazarımız ve ağabeyimiz Erhan İnanç ve ben Atatürk havalimanı konulu bir makaleyi birlikte yazmaya karar verdik. Benim Atatürk havalimanı mazim 1975 yılında başlıyor. Erhan abinin yazısını okuduğunuz (Tıklayın) üzere çok eskilere dayanıyor. Bu nedenle Erhan abimiz kendi dönemini yazdığından benim çalıştığım dönemle de çakıştığını gördüm.
Çok uğraşılmış ve emek verilmiş bir makale ile karsı karsıya kaldım, çok uzun ve bol resimliydi. Şimdi bu makaleden sonra aynı makaleye ilaveler yapsam, yazının bütünlüğünün bozulmasının yanı sıra ilgili yazı daha da çok uzayacaktı.
Bu nedenle ilgili makaleye hiç dokunmadan büyük bir keyif ile aynen yayınladım. Şimdide o döneme gidip birkaç anımı sizlere sunduktan sonra yeni havalimanımıza geçeceğim.
1975’li yılarda bende o saç hangarda çalışmıştım. Saç hangarımıza giremeyen DC-10 uçağı için saç hangarın dışına ve hangara bitişik bir platform yani bizim anlatım seklimizle dok kurulmuştu. Hangarın dışına kurulan ve sadece DC-10 uçakları için kullanılan bu dok tabiat şartlarına açıktı. Yağmur veya kar yağışı olsa bile orada çalışmaya devam ederdik. Yine çok soğuk bir kış günü, o platformda çalışırken açık ağızlı 3/4 anahtarın yapıştığını ve elimdeki anahtarla hekimliğin yolunu tuttuğumu dün gibi hatırlıyorum.
Öyle bir soğuk vardı ki inanılmaz… O soğukta, elimde metal bir anahtar ile söküm yaparken, anahtar elime yapışmış ve çıkartmaya kalktığımda elimin derisinin anahtara yapıştığını gördüğümde hemen anahtara dokunmadan hekimliğe koşmuş ve hekimin müdahalesinden sonra anahtar elimden alınmıştı.
Saç hangar benim çömezlik dönemlerime rastlar. Çok anımız var o hangarda. Bunları zaman zaman size “anılarım” adı altında aktarıyorum. Benim Yeşilköy havalimanına geldiğim zamanlarda bugüne göre ufacık bir havalimanı idi.
Şimdiki gibi apron kartları üzerlerinde bir dolu numaraların olduğu kart yerine mavi olduğunu hatırladığım bugün ki apron kartlarına nazaran sıradan bir kartla giriş yapardık. Polislerin çoğu bizleri bizler ise onları tanırdık. Hatta zaman zaman çocuğumu da elinden tutar, içeri sokar ve mesai bitiminde birlikte eve dönerdik.
Özel araç çok çok azdı. Koskoca teknikte en fazla 8 veya 10 çalışanın aracı vardı. Bu araçlardan biri de benimkiydi. Ancak bir gün hiç unutmam Şener Mutman isimli teknisyen arkadaşımızın inanılmaz titizliğini bilen arkadaşları Murat 124 olduğunu hatırladığım pırıl, pırıl üstünde zerre kadar toz bulamayacağınız aracının üstüne muzurluk olsun diye gres yağı sürmüşlerdi. İnanılmaz titiz olan bu arkadaşımızın aracını o halde gördüğü anki infialini hiç unutamam…
Bu şakanın aynısını benim aracıma da yapılacağı duyumları aldığımda, arabamı pilotların araçlarını bıraktığı uçuş işletmenin parkına bırakmaya başlamıştım. O zamanlar uçuş işletme parkında da pek araba bulunmazdı. Nizamiye dediğimiz kapıdan girdikten sonra havalimanında ikinci bir kontrol yoktu. İsteyen piste de çıkabilirdi.
Hatta bir gün havalimanımıza gelen uçağa, DHMİ aracının geç kalmasından dolayı, uçağın önüne kendi aracımızla geçip, Follow-Me yaparak uçağı park ettirdiğimizi hatırlarım. Yolcuların yaya olarak ama bavullarının araçla uçağa yüklendiği zamanlarda, yanlış uçağa binen ve gittiği yerden geri dönmek zorunda kalan yolcular mı desem, açık penlere park eden B707 lerin, yolcusunu aldıktan sonra, bulundukları yerden dönmek için push back aracı beklemesi gerekirken, kaptanın reverse yaparak geri geriye gidenleri mi desem… ne desem… Şimdiki yeni neslin inanamayacakları bir dolu anılarım var.
Huzurlu bir ortam, arkadaşlık, dostluk ilişkileri içinde daracık hangarda şimdiye göre iptidai sayılacak imkânlarla, ama mutlu olarak uçakları sefere vermeye ve arızalarını gidermeye çalışırdık.
Dış hatlar veya İç hatlar diye bir ayrımın olmadığı bir terminal binasından nerelere gelindi. Sani Bey, Antalya’dan sonra ilk Yap-İşlet-Devret tipi havalimanı özelleştirmelerinden biri olan 500.000 m2’lik inşaatı 1998 yılında başlamış 22 ay gibi çok kısa sürede bitirmişti. Hem de 1999 depremine rağmen… Hafızam beni yanıltmıyorsa 9 Ocak 2000 de işler bitirilmiş ve yeni haliyle açılmıştı.
Bu başarılı gidişatta Sani Şener beyin çok büyük bir emeği vardır. Aynı zamanda İnsani yanı çok güçlü bir beyefendidir. Bundan sonra da, AHL’deki başarılı iş hayatını, başka mecralarda da devam ettireceğinden şüphe duymuyorum.
Gönül isterdi ki İstanbul havalimanının ortaklarından biri Sani Şener Bey olsun… Sonuç olarak olmadı. Sani Bey’in ticari olarak bu ortaklığa sıcak bakmadığını sanıyorum. İnanıyorum ki Sani Bey, ortaklar içinde yer alsa idi, İstanbul havalimanı çoktan açılmıştı.
“İstim arkadan gelsin” mantığı ile tersten başlayan bu süreçte, şimdi alt yapı ve ulaşım kanallarındaki eksikliklerinin giderilmesine çalışılacak. Terminal binası tamam ama yollar ve metro arkadan gelecek. Bu tersten uygulama nedenli birçok aksaklıklar yaşandı ve bir iki sene daha yaşanacağa benziyor.
Nedir bu “istim arkadan gelsin” sözü : Bu deyim, “bir iş için gerekli olan şartları hazırlamadan, oldubitti ye getirmek” manasında kullanılır.
Eskiden kullanılan buharlı gemilerin hareket etmeleri için, kazanın yakılmasından sonra, bir süre beklenmesi gerekiyordu. Bu süre içinde, yeterli ısı elde edilir ve buhar (istim), makineleri çalıştıracak hâle gelirdi. ‘İstim beklemek’ denilen bu süre, geminin büyüklüğüne göre de değişirdi.
Zamanın İran Şahı, Urumiye Gölü’nde, saray hizmetinde kullanılmak üzere alınan bir istimbota binmiş.
Fakat buhar kazanı, henüz harekete yeter ölçüde istim tutamadığından, istimbot üç beş dakika kalkamamış. Bu kısa beklemede canı sıkılan Şah, hiddetle niçin beklediklerini sormuş. Yanındakilerin; “İstim bekliyoruz Şah Hazretleri” cevabı üzerine, istim sözcüğünün ne olduğunu bilmeyen Şah, daha da sinirlenerek bağırmış: “Canım, bu ne saygısızlık. Bir istim için Şah bekletilir mi? Biz gidelim, istim arkadan gelsin!” deyivermiş.
İşte bizimki de o hesap… Havalimanı tamam ama ve ulaşım sorunu çok büyük bir dert. Bir başka anlatım şekli ile tersten başlayan bir süreç yürütüldü. Ancak; THY’nin yeni havalimanına taşınma sürecinin kısa zamanda ve bence başarılı geçtiğini söyleyebilirim.
Neyse artık olmuş bitmiş. Ülkemize hayırlı olsun demekten başka söylenecek sözüm yok. Bugünden sonra önümüze bakacak ve yine aynı yapıcı eleştirisel bakış açımla gelişmeleri yazıp çizeceğim.
1991 yılında Türkiye’de henüz ofset baskılı bir havacılık dergisi yoktu. Bu eksikliği görüp, hem derneğimiz tanınsın hem de o dev hangarlarda çalışan teknisyenlerin yaptıkları işlerin önemini kamuoyu da farkına varsın diye ofset baskılı bir dergi çıkartmıştık. Tabii ki bu derginin amacı içe yani biz çalışanlara yönelik değildi. Amaç; medyanın ve kamuoyunun o dev hangarlardaki yaşamı ve yapılan işin önemini gözler önüne sermekti. Dergimizi pilot ve kabin memurlarının bulundukları her ortama da dağıtırdık. Sadece Kıbrıs Türk Havayollarından ve İstanbul havayollarından izin alıp uçakların koltuk ceplerine de dergimizi bırakırdık.
Bu dergi sayesinde o kadar çok reklam alırdık ve tabii ki para kazanırdık… En büyük destek THY’den ve TAV (Sani Şener) den gelirdi. Sadece Arka kapak reklam tarifemiz 5000 USD idi.
Dergimiz çıkmadan önce basın odalarına sıklıkla gider ve oradaki havalimanı muhabirleri ile sohbet edip, dergi projemiz hakkında bilgi alış verişi yapardık. İşte o zamanlardan beri medyanın içindeyim…
TAV’nın havacılık medyasına yönelik düzenlediği bir organizasyonunda HAVAŞ Genel Müdürü Kürşad Koçak, benimle havalimanı muhabiri Faik Kaptan’la yaptığımız sohbetin arasına girerek, “Faik Bey siz mi Atatürk havalimanında eskisiniz yoksa Sefa Bey ‘mi” diye sorduğunda, Faik Bey “ tabii ki Sefa bey bizden eskidir”. Biz havalimanına geldiğimizden beri Sefa Beyi tanırız. Diye cevapladıydı.
Bir an düşündüm de, ben AHL’nin basın odasına gitmeye başladığımda TRT’den Fuat Tüzün Bey vardı. Rahmetli Sinan Toros, İdris Akyüz ve Faik Kaptan vardı. Bu isimlerin dışındakiler daha sonra katıldılar. Mevcut durumda da bazılarını henüz kendileri ile bizzat tanışmamış olsam da, aralarında çok değerli arkadaşlar olduğunu gözlemliyorum.
Neyse konudan kopmayalım;
THY hangarlarında mesaim bittiğinde, rahmetli Sinan Toros’un yanına gider sohbet ederdik. Sinan Toros, uçaklarla ilgili benden bilgi almak istediğinde, masa altında çaktırmadan içtiğin şeyden bana da ver sonra anlatayım diyerek espri yapardım ve gülüşürdük. Çok iyi bir gazeteciydi. Sohbet ederken bile ağzımdan laf alıp haber yaptığını bilirim. Onun yerini Faik Kaptan aldı. Her ikisi de uçaklara çok meraklı ve yazacakları konular hakkında bilgi almayı seven, yani gerçek gazetecilerdir.
Şimdiki yeni tipler o zamanlar yoktu. Hani, Günaydın gazetesinin Çapa hastanesi haber muhabiri iken bir anda havacılık haberleri yapmaya başlayanlar gibi:) Bunun yanı sıra, çalıştığı gazeteye haber yollamak görevi olmasına rağmen, başka haber portallarına 100 TL’ye haber satıp ikili oynayanlar da basın odasına girmeye çalışıyorlarmış.
Yahu, basın odasındakiler neden sizleri kabul etsinler ki… Kim ister üstlerine pislik bulaşmasını…
Bu nedenle eskiler çekildi ve yukarıda anlatmaya çalıştığım yeni yetmeler, bu güzelim mesleği rezil ettiler. Habercilik dışında menfaat getirecek her dala el attılar. Eskici dükkanı, sabun satışı, fuar organizasyonları, siyaset (her parti olabilir) ne bulursa oraya atılıyorlar. Bir nevi habercilik bahane, para şahane mantığında sözde habercilik yapmaya çalışıyorlar. Bir mesleğin etik değerlerini hiçe sayarsan, sosyal medyanın hakaretlerine maruz kalman doğaldır.
Birde havacılığı ve haberciliği öğrenseler yandık… İlgili kişiler, şimdilik sipariş yazılarla yollarına devam etmekte. Bakalım bu sipariş yazılar daha ne kadar devam edecek?
Bir zamanlar sosyal medyaya çok meraklıydım. Linkedin ve Facebook sayfalarının diğerlerine göre çok seviyeli olduklarını gördüğümden oralarda varım. Bu platformlarda olmamın nedeni sadece haberlerimi dağıtmak. Twitter da hesabım var ama orayı da haber dağıtmak için kullanıyorum.
Benim en sevdiğim ekşi sözlük. Hemen hemen her gün bakarım. İşleyiş biçimini ve yazarlarını beğeniyorum.
Ekşi sözlük, sadece kişilere değil kurum ve kuruluşlara da laf atıyor. Airlinehaber olarak neyse ki yokuz. Arada bakın diğer havacılık temalı haber sitelerine ne göreceksiniz?
Aksi takdirde, ekşi sözlüğün isimsiz yazarları sizi veya şirketinizi sokağa çıkamaz hala getirebiliyorlar. (Tabii ki yüzünüz kaşarlanmadıysa) Bir kişiyi veya bir kuruluşu araştıracaksanız kesinlikle oraya bakın.
Ben öyle yapıyorum. Ekşi sözlük platformunda, farklı farklı kişiler yorum yaptıklarından kimin kim olduğu da belli değil. Günde üç beş kere girdiğim bir portal. Kurucularını, yönetimini ve yazarlarını tebrik ediyorum.
Sosyal Medya’nın güzel yanı bu. Adam gibi adam olursanız kimse size laf atmıyor. Mazinizde yamuk yumuk işler yoksa çekinmenize hiç gerek yok. Biri mesnetsiz laf atsa bile, başka bir sözlük yazarı size destek çıkabiliyor.
Değerli okurlarım;
Bir türlü bu güzel havalimanımızın devreden çıkartılacağını ve sadece genel havacılık ve VIP uçaklar için kullanılacağına inanamıyorum veya inanmak istemiyorum. Gençlik yıllarımın geçtiği ve neredeyse ayak basmadığım yeri kalmayan ATATÜRK havalimanın terkedilmiş halini görmemek için o bölgeye gitmemek için yolumu bile değiştirebilirim.
11 Milyon metrekarelik bir alandan bahsediyoruz. Bunun 1,5 milyon metrekaresi, düşünülen genel havacılık ve VIP uçaklar için yeterli. Geriye kaldı 9,5 Milyon metrekarelik bir alan. Bu alanın hepsi millet bahçesi olarak kullanılacak değil ya… Hadi 1 milyon metrekarede millet bahçesine verdik diyelim. Kaldı 8,5 milyon metrekare… Hemde İstanbul’un en nezih bölgesinde…
Atatürk havalimanının büyütülme senaryolarının hepsini veto eden ve hala alışamadığım bölgeye yeni havalimanını kurduran otorite bakalım bu alanı nasıl kullanacak veya kullandırtacak… İşte asıl soru bu?
Hemen hemen her konuya kısa da olsa değindik. Şimdi birazda THY’miz yeni süreçte ne yapacak?
THY bakalım şimdi Sabiha Gökçen’den kırmızı kuyruklu THY uçakları ile mi yoksa Mavi kuyruklu Anadolu Jet’ ile mi uçacak?
THY’nin kırmızı kuyruklu ve ikramlı seferleri ile maliyet açısından Sabiha Gökçen’de Pegasus ile rekabetini zor görüyorum.
THY’nin tek hub (merkez) kullanacağını düşünüyorum. (en azından şimdilik)
Bu nedenle, THY’nin Sabiha Gökçen de bundan sonra sadece Anadolu jet ile sefer yapması beni şaşırtmayacaktır.
Tabii ki bunlar sadece düşünce… Kısa bir zaman dilimi içinde İstanbul havalimanının neleri değiştireceğini birlikte görüp tekrar yorumlarız…
İyi haftalar…