İNSAN AVI

Yönetmenliğini John Woo’ nun yaptığı, Van Damme’nin en güzel filmlerinden olduğu bilinen, orijinal ismiyle; Hard Target filmi, ülkemiz sinemalarında ZOR HEDEF olarak oynamış ve beğenilmişti. 
Filmi seyretmeyenler için konuyu kısaca anlatalım: Film; bir zenginler klubü organizasyonuyla, sapık ruhlu ve artık hayattan değişik zevkler alma arayışları içinde olan, zengin üyelerden oluşan bir grubun canlı insan avını konu etmektedir.
Tüm modern silah araç ve gereçlerle donatılan bu grup, para karşılığında kendi istekleri doğrultusunda AV olmayı kabul eden fakir, kimsesiz ve çaresiz insanları yakalayarak onları adeta safaride avlanan vahşi hayvanlar gibi öldürmektedirler.
Avcılar, son derecede gelişmiş silahlarla donanımlıdır, avlarının ise sadece bellerine bağlı para keseciklerinde bol miktarda dolar bulunmaktadır. Kaçıp, kurtulabilirlerse bu dolarların sahibi olacaklardır.
Ayrıca; ava heyecan katabilmek bakımından, avlar av sahasına 5 dakika önce bırakılmakta ve avcılarla aralarındaki 5 dakikalık mesafe, ava ayrı bir heyecan katmaktadır.
Bu çirkin insan avına benzer manzaralar, günümüzde aynen olmasa da yaşanmaktadır. Şimdi, günümüz Türkiye’sindeki yaşananlara bir göz atıp sizlerle beraber bu filmle benzerliği olup olmadığını sorgulayalım.
Yıl 2007 ve 21.yüzyıl Türkiye’sindeyiz. Türkiye’nin Adana kentinde başlayan bir safari düzenleniyor; kimsenin gitmediği veya gitmek istemediği Irak’taki savaş alanına, çok sayıda fakir ve çaresiz işçi gönderiliyor.
Başbakanımız konuşmalarında, milli gelirimizin sürekli arttığını vurguluyor ve “Asgari ücretiyle eğer önceki yıldan daha az ekmek alan varsa bana gelsin! ” diyerek halkımıza pembe tablolar çiziyor ve sözüm ona gelirlerin arttığından söz ediyor. Oysa yaşanan şu gerçekliklerden de umarız haberi vardır Sayın Başbakanımızın; Irak’a giden, olağanüstü zor ve ölüm riski bir hayli yüksek koşullar altında çalışacak olan işçilerimize yazılı olarak “başlarına bir iş gelirse sorumluluğun kendilerine ait olduğunu” kabul ettiklerine dair bir belge imzalattırılmaktadır.
Yukarıda anlattığımız Zor Hedef filminin senaryosunu anımsatan ve insanın içini burkan bu uygulama, Sayın Başbakanımızın da ateşli savunuculuğunu yaptığı AB normlarının neresine uygundur acaba..? Bir diğer deyişle, işçisine ölüm koşullarında iş vererek çalışmasını sağlayan ama son derece riskli bir bölgede çalışacak olan bu insanlara karşı hiçbir sorumluluk üstlenmemek hangi AB üyesi ülkede olabilir? AB ülkelerinde böyle bir uygulama gündeme bile gelemez…
Tabii, bu gibi konuları biz buradan irdeleriz, kamuoyunun vicdanına sesleniriz, sorumluların dikkatini çekeriz. Ama her nedense hiç ses çıkmaz… Başka konularda tekzip gelir, yorum gelir, açıklama gelir. Çalışanların sorunları gündeme geldiğinde sendikalar da içinde, kimseden bir ses gelmez… Aynen yapanı bilinmeyen -lisan-ı eski ile: faili meçhul– öldürmeler gibi.
Bu arada, bizim AB’li insan hakları komiserlerinin de dikkatini çekmek gerekir. Her nedense(!) ülkemizin doğusundan başladıkları insan hakları ihlalleri teftişindeki yoğunlukları ve yorgunlukları bu tür yaşamsal önemdeki olayları göremeden gitmelerine neden oluyor sanırım.
Lütfen bu durumu zor hedef filminin konusunu unutmadan bir kez değerlendirelim.
Bu uygulama ile Zor Hedef filmi arasındaki en önemli fark: “Zor Hedef”teki av olan insanlara binlerce dolar verilirken, bizim avlarımıza ayda yaklaşık olarak 400 USD verilmesi. Her iki durumda da ölüm riski çok yüksek. Çünkü gidilen ülke savaşın içerisinde ve vatandaşları omuzlarında roketatarlarla medya önünde poz verecek kadar sorumsuz ve yaşamın her yerini ateş ve barut kaplamış durumda.
Bu riskli ortamda -riskten dolayı- astronomik rakamlarla iş alan iş(bilir) adamlarımızın, çaresizlik içerisinde olan bu insanları çok düşük ücretlerle toplayıp “ne idüğü belli olmayan” bir uçağa kargo gibi bindirip bu savaş alanına yollaması, bu filme uymaz da neye uyar sizce?
Ayrıca, Adana kentimizin, yani insan safarisinin başladığı bölgenin Ticaret Odası Başkanı Şaban Baş; Bağdat’a uçuşların askıya alınmasının, hem ülke (işverenler) ekonomisi hem de aş-iş bekleyen vatandaşlara (Nedense iş bekleyen insanlarımız aşağılanarak onurları ile oynanır bu konuda… Başbakanımız da bu insanlara Fakir fukara / Garip guraba diyor…) fayda getirmeyeceğini ifade ediyor ve bu faaliyetin mutlaka devam etmesinin gerekliliğini savunuyor. Şaban Baş, buralara sadece Rus ve Moldovalıların uçtuğunu çünkü diğer havayolu şirketlerinin risk yüzünden uçmadığını beyan eden ifadesinin gerçekçiliğine ne demeli sizce? (No comment!) 
Büyük riskler alarak giriştiğimiz bu işler, Irak’ın yeniden yapılanması için oluşacak alt yapı iş potansiyelinin ancak %5’ini kapsıyor. Potansiyelin asıl büyük kısmı, yani %95’i barış sağlandıktan sonra oluşacak işlerdir. Önemli olan bu pastadan pay alabilmektir. O da; şimdiden nasıl petrol, ABD ve İngiliz firmalarına verildiyse, yine ABD ve Avrupa ülkelerine paylaştırılacaktır.
Bizim gibi ülkelere riskli ve karı az altyapı işlerinden fazlası düşmeyecektir. Alttakilere; alt yapı işleri, üsttekilere de üstyapı(ballı) işler!)
Bunun ne kadar başarılacağını zaman gösterecek.
Türkiye’mizde kişi başına düşen ulusal gelir gerçekten artıyor ve bu artıştan 3–5 dolar için av olmayı bile göze alan işçilerimiz yararlanamıyorsa, bu ulusal gelirdeki yükseliş nereye gidiyor diye sorulmaz mı size Sayın Başbakan?
Yoksa bu gelirin paylaşımında mı bir adaletsizlik var? Olabilir mi? İşverenler Kulübü TUSİAD’ın bu iktidardan memnuniyetine bakılırsa gerçekler daha iyi anlaşılacaktır. Oysa başlangıçta AKP iktidarına ne kadar temkinli ve ürkek bakışları vardı. Ne değişti sizce!?

Ermeni kökenli vatandaşımız Hrant Dink’in öldürülmesine büyük tepki göstererek “Bizler de Ermeni’yiz” diye yollara (onlarcası ASALA tarafından öldürülen Büyükelçilerimiz ve diğer temsilcilerimizin katlinden sonra hiç bir Ermeni’nin “Hepimiz Türk’üz” diyerek sokaklara döküldüğünü hatırlayan var mı?) dökülen vatandaşlarımız, medyamız ve hükümetimiz; sizden bu konuda da aynı duyarlılık bekleniyor. Tabii aynı olayların yinelenmesi umulmaz… Söylemek istediğimiz; madem bu ülkenin eşit yurttaşlarıysak, terör kimi vurursa vursun aynı tepkiyi göstermeliyiz. Türk vurulunca sessiz kalmak, Kürt, Ermeni vurulunca ayağa kalkmak doğru değil. Hele bu ayrımlar üzerinden tavır almak hiç yararlı değil… Ayrımcılığa ve militan milliyetçiliğin boy atmasına neden oluruz.
Çaresiz (ama onurlu) insanlarımız; savaş alanlarında, ateşin ortasında çok düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılıyorlar, ismi bilinmeyen şirketlerle Nuh Nebi’den kalma uçaklarla uçuruluyorlar (başka şirketler gitmediğinden). Ayrıca bu işçilerimizin sigortalanıp, sigortalanmadığı belirsiz ya da hangi kriterlere göre sigortalandıkları bir muamma. (SHGM’den başlanarak bu sigorta işi aslında denetim altına alınabilir. Bu uçuşlara ait permiler alınırken bagajların (pardon insanların!) sanırım sigortalanıp sigortalanmadığı kontrol edilebilir. (Dilim aslında sürçmedi!, çünkü düşen söz konusu uçak genellikle yolcu bagajı(çuval) taşımakta kullanılan, gayet eski bir uçaktı.)
Sayın Başbakanımıza ve Bakanımıza sorumuz şudur: Belki de, bagaj niyetine sigortalanıp, neden düştüğü şüpheli ve aydınlatılması tatmin edici olamayacak bu kaza sonrasında, hayatını kaybeden 28 TÜRK vatandaşımızın sigortalarının olup olmadığı, varsa neleri içerdiğine yönelik bir araştırma soruşturma talimatı verdiniz mi?
Dil, din, ırk, mezhep, köken ayırmaksızın; sadece insan olmanın gereği olan zayıfa, fakire, çaresize yardımcı olabilmek adına “Hepimiz İnsanız” diyor ve bu uçak kazasının peşini bırakmayacağımı bir daha belirtiyorum. İyi haftalar

Exit mobile version