Havacılık Eğitimindeki Sektörel Gerçekler

Yükseköğretimde Kontrolsüz Büyüme
Havacılık Eğitimindeki Sektörel Gerçekler
Değerli okurlarım, bildiğiniz gibi işletmelerin özellikle havacılık kuruluşlarının en önemli faaliyet bileşenlerinin başını insan kaynağı çekmektedir. Kalifiye ve yetkin personel, sistem içerisindeki etkin ve verimli çıktıların anahtarı niteliğindedir; bu kalifikasyon ve yetkinliğin kazandırılması da tabii ki teorik ve pratik eğitim süreçlerin kalitesiyle doğrudan ilişkilidir.
İşin ideal yönüne atıfta bulunduktan sonra esasen karşı karşıya kaldığımız Türkiye gerçeklerinden söz edelim. Yükseköğretimde, teknik altyapısı ve alan tecrübeli/araştırmacısı akademisyeni olmaksızın müsaade edilen eğitim organizasyonlarından düzeylerine göre iki veya dört yıllık sürecin sonunda sektöre sevk edilen mezunların ciddi manada tercih edilebilirlik, istihdam ve adaptasyon problemleri yaşadıkları bilinmektedir.
Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; havacılık ve uzay bilimleri alanında Türkiye’nin ilk ve tek ihtisas yükseköğretim kurumu olduğunu iddia eden malum üniversite de olmak üzere Türkiye’deki “uçak teknolojisi” ön lisans programlarının hiçbiri için Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü nezdinde “tanınan okul” statüsü alınamamıştır. Bunun altında yatan başlıca gerekçeler; altyapı ve akademisyen zafiyetleri etrafında yoğunlaşmaktadır.
İşin kök-neden analizini yaptığımızda ise; sonunun malum şekilde olduğu bu tip program tekliflerinin başarıya ulaşma inandırıcılığının ve sürecin en başında kontrol edilebilirliğinin sağlanması önemlidir. Bu durumda işbirliği protokolleri, uluslararası iştirakler ve yeterli bilimsel kabiliyetlerin kazandırılması suretiyle sürece müsaade edilmesi en akılcı yöntem olacaktır. Aksi durumda; mutsuz, umutsuz ve işsiz mezunlarımızın sayısı artacak; iş iyice çığırından çıkacaktır.
Bu yönde atılan olumlu adımlardan birisi Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü ve Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı arasında varılan müşterek mutabakat neticesinde üniversitelerdeki “pilotaj” lisans programlarının öğrenci alma tekliflerinde öncelikle ulusal Uçuş Eğitim Organizasyonu (FTO) düzenlemeleri kapsamında yetkilendirmenin sağlanması ön şartı getirilmesidir. Böylelikle “öncelikle biz öğrenciyi alalım, sonrasında nasıl olsa yetkilendirmeyi hallederiz” mantığı da son bulmaya başlayacaktır.
Bunun dışında özellikle ön lisans seviyesinde eğitim veren “sivil havacılık kabin hizmetleri” programının, merkezi yerleştirme aşamasındaki tercih kılavuzlarına getirilen boy-kilo sınırlaması da öğrencilerin en doğru şekilde yönlendirilmesini sağlamaktadır. Bu alanda istihdam edilecekler için gözetilen fiziksel gereksinimler çoğu okuyucumun malumudur. Ancak burada desteklenmesi gereken husus; havacılığın dilinin İngilizce olması münasebetiyle bu programda okuyacak kabin memuru adaylarının yoğun bir yabancı dil programına tabi tutulması gerçeğidir.
Eğitim dili İngilizce olan bir “sivil havacılık kabin hizmetleri” ön lisans programı kulağa gayet hoş geliyor; bunu sağlarken de esasen bir yıl süreli yabancı dil hazırlık sınıfının da uygulanması durumu mevzu bahis olacaktır. Böylelikle; mezuniyet sonrasında havayolu işletmelerinin seçim süreçlerindeki yoğunluklu olarak İngilizce yazılı sınavında ve/veya mülakatında elenen aday sayılarında önemli ölçüde azalma meydana gelecektir.
Verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere; spesifik bir disiplin olan havacılığın eğitim süreçlerinde sektörel ihtiyaçlar ve öğrenciye sağlanan kazanımlar arasında optimum bir ilişki ve denge gözetmek gerekmektedir. Yarınlarımızın teminatı olan gençlerimizin en doğru şekilde yönlendirilmesi sektörün gelecekteki başarısına da etki edecektir. Haftaya görüşmek üzere.

Exit mobile version