İstanbul’a üç günlük yatıya gelmiştik. Ekibin tamamı benim gibi nöbetten çıkan uçuşla evlerinden apar topar alınmıştı. Her ne kadar ertesi gün tamamen boş günümüz olsa da, hepimiz bir an önce odalarımıza çıkıp dinlenmek istiyorduk, biraz da yalnız kalmak.
Özellikle sabah erken kalkıp uçuşa gitmiyorsak, o zaman hem otel hem de şehir bir başka görünüyor, daha bir keyif alıyorduk yatıdan. Şimdi otelin en üst katında, şehrin tüm göz alıcı ışıklarını izlerken pencere kenarında yorgunluk kahvesi içmek, kitap okumak tam da aradığım boş zamandı.
Sabah erken kalkmam nasılsa diyerek keyfin sınırlarını zorlayıp geç vakte kadar oturdum ama sabah yedide uyanmıştım. Uykumun geri gelmesini beklemek yerine, kahvaltı salonuna inmeye karar verdim. Ekipten birilerini aradı gözlerim, sadece kaptanımız vardı benim gibi erkenci. Yanına gittim ve birlikte kahvaltı sohbetine başladık. Kendisiyle daha önce hiç uçmamıştım, bu yatı sebebiyle ilk defa birlikte görev yapıyorduk. O sene şirkete çok fazla yabancı pilot alınmıştı. Dünyanın neredeyse her yerinden gelen biriyle uçuş yapıyorduk. Sadece yolcular değil ekiplerin de farklı ülkelerden olması benim için oldukça keyifliydi.
Her insandan farklı bir kültür, farklı iş anlayışı ve yaklaşımı öğreniyordum. Bu kaptanımızın nereli olduğunu bilmiyordum.
”Nerelisiniz kaptanım?” diye sordum.
”Sırbistanlıyım ” dedi.
Birçoğumuzun yaptığı gibi standart sorularımızı ona da soruyordum. Biraz sohbet olsun biraz da meraktan.
” Daha önce Türkiye’ye gelmiş miydiniz?
” Buraları sevdiniz mi?
” Türkçe kelime biliyor musunuz ?”
” Sizin oralarda da uçağı böyle mi uçuruyorlar?”
Yok, bunu salladım ama bunları neden merak ettiğimizi de bilmiyorum. Öğrendiğinde bir artısı olmayan konuları merak ediyorduk işte. Ben bunları sorarken başka bir ekibin kaptanı yanımıza geldi ve sohbetimize katıldı. Fıkra gibi olacak ama bir Türk, bir Sırbistanlı, bir Danimarkalı ortak konularda sohbet ederek kahvaltı ediyorduk. Yaptığımız iş gibi şu anda bir kültür mozaiği içindeydik. İki saate yakın yaşama dair birçok şeyden bahsetmiştik. ” Bir kahve daha içelim mi?” derken ekip arkadaşlarımda bize katılmıştı.
Kaptanımız ” Arkadaşlar, size bir teklifim olacak eğer kabul ederseniz çok mutlu olurum ” dedi. Meraklanmıştık mutlu olacağı ne teklif edecekti acaba?
”Ülkenizi ve özellikle İstanbul’u tanımayı, gezmeyi çok istiyorum. Bugün benim misafirim olun ve birlikte bu muhteşem şehri gezmeye bana eşlik edin lütfen?” dedi.
Bu beklenen bir teklif değildi ama şahsen çok mutlu olmuştum. Ekibin boş gün için başka planları olunca, diğer kaptanımızla beraber hemen hazırlanıp yola çıktık. İstanbul’u gezdirecek kadar iyi bilmediğimi kaptana söyleyemedim. Neyse sora sora yaparız herhalde diyordum kendime. Benim nasıl yaparız telaşımın yanında, oldukça sakin görünüyordu, ama yeni bir keşif için heyecanını hissediyordum.
İlk durak vapur sefasıydı. Denizin kokusunu çekerken bizlere eşlik eden martılar, onların artık uzman simit yakalayıcısı olmuş halleri ve birkaç atıştan sonra bile hala beklenti içinde ” Hani nerede simit ?” der gibi suratına bakarak uçmaları ne ilginçti. Atılan hiç bir şey suya değmeden mideye iniyordu. Havadan avlanma ustalıklarına hayran kalmıştım. Şimdi bu vapur günde kaç sefer yapıyor, her seferinde simit simit nereye kadar acaba diyerek kafamda martıların mide mal varlığını düşünüp kendi kendime tuhaf tuhaf gülüyordum ki kaptanımız;
” Martılar ne güzel değil mi? ” dedi, işte o an kendime geldim.
” Evet, harikalar…”
Eminönü’ne gelip karaya ayak bastığımızda esas gezimiz başlamıştı. Ara sokakları, ana caddeleri gezip, eski yeni birçok eserin fotoğrafını çekiyorduk. Tarihte var olmuş her medeniyetten bir iz takılıyordu gözlerimize. Eski yapıları görünce duvarlarına dokunmayı seviyordum.
Kaptanımız da aynı şeyi yapıyordu, hayranlıkla bakıyordu her bir yapıya.
”Sizde mi taşlara dokunmayı seviyorsunuz?”
”Her taşta bir hayat gizlidir Arzu. Geçmişte burada yürümüş insanları hayal etmek iyi hissettiriyor. Belki o insanların hayali geziyordur aramızda. Bir bağlantı kuruyor gibi hissediyorum, sen ne dersin? ” dedi. Gülümsedim. Ben de onun gibi hissediyordum, o anı başka bir cümleyle bozmak istemedim. Farklı bir adamdı, gördüğü her şeye başka türlü bakıyordu. Güldüğünde göz kenarlarında oluşan çizgilerin derinliği onun için bir an saklıyordu sanki. Her dokuyu hissetmek isteği, Mısır Çarşısı’nda beğendiği halıyı eline aldığında tavan yapmıştı. Dokusuna bir anne şefkati gösteriyordu ama satıcının da durumdan etkilenmiş gülüşünü fark edip, halıya biçtiği fiyatı duyunca hemen oradan uzaklaştırdık. Biz yürümeye devam ederken halı ikinci, hatta üçüncü indirimini görüyordu arkamızdan.
Oradan çıkıp ilkokul zamanı okul gezisiyle ilk kez İstanbul’a geldiğimde gördüğüm Ayasofya Camisi’ne girdik.
Yetişkin halimle buraları neden daha önce ziyaret etmediğime hayıflandım. Yüz yıllar öncesinden gelen bu güzelliği daha önce hatırlatmalıydım kendime. Koca sütun üstünde, sihirli ve şifalı olduğuna inanılan, insanların içerisinde parmağını çevirerek, dileklerini dilediği meşhur deliği gördüm.
Çocukken geldiğimde ne dilediğimi hatırladım. Ne kadar masum isteklerimiz varmış. Tek kaygım sınıfımı geçmekmiş.
Oysa şimdi düşününce, aklımdan onlarca istek geçiyor. Hangisinin öncelikli olmasını, hangisini dillendirmem gerektiğini bilemiyorum. En iyisi hiç bir şey yapmamak diyerek her şeyi akışına bırakıyorum.
Kaptanımız ise uzun süre çevirdi parmağını. Sonuçta hangi ülkeye, hangi inanca ait olursan ol hepimiz aynıydık, aynı şeyleri hissediyorduk, kaygılarımız aynıydı, sevindiklerimiz aynı, en önemlisi aynı şeyleri istiyorduk aynı yerden…
Kapattığı gözlerini açtığında, onu inceleyen bakışımı gördü, gülümsedi. Oradan uzun süre ayrılmak istemedi, her santimine hayranlıkla bakıyordu, ne kadar etkilendiğini anlıyordum.
En son Sultan Ahmet Camisi’ne gittiğimizde buraya hiç gelmemiş olduğumu hatırladım. Kelimelere dökebileceğim bir tarifi yoktu güzelliğinin ve hissettirdiklerinin. Hipnoz olmuş bir şekilde kubbeyi kendi etrafımda dönerek izlediğimde fısıltıyla söylenmiş bir ses duydum.
” Teşekkür ederim Arzu ”
Kaptanımızın gözleri dolu doluydu.
”Harika bir gündü, hiç unutmayacağım. ”
Asıl benim teşekkür etmem gerekirdi.
Yıllar sonra hep bir bahanelerle ertelediğim bu güzellikleri, onun sayesinde tekrar görebilmiştim. Kim bilir ne zaman olacaktı? Belki de hiç fırsatım olmayacaktı. Kim bilir…
Nöbetten çıkan bir yatı, ilk kez uçtuğum bir kaptan, yıllar sonra keyfine vardığım şehir, şahit olduklarım, hissettiklerim. Her zaman her şeyin bir zamanı, sebebi ve bir sebep olanı varmış gerçekten. Bazen uzaklardan biri gelir, yolların çakışır bir yerde ve o an sanki yaşanmayı bekliyor gibi mutlu olur.
Hala aklımdadır o gün tüm derin çizgileriyle.
İyiler ve kötüler dünyanın her yerinde. Size hissettirdikleri ne nereli olduklarıyla, ne konuştukları lisanda, ne de size ne verdiklerinde.
Tüm sır, sadece insanoğlu olduğumuzu hatırlattığında…