“ 8. Ocak. 1942’de, Galileo’nun tam 300 üncü ölüm yıl dönümünde doğdum. Ancak tahminimce 2000 diğer bebek de benimle aynı gün doğdu. Onlardan herhangi birinin astronomiye merak sarıp sarmadığını bilemiyorum … Ayaklarınıza değil, gökyüzüne bakın. Gördüğünüz şeylerin mantığını anlamaya çalışın. Evrenin neden var olduğunu düşünün. Meraklı olun. “
Stephen Hawking
14,15 yaşlarındaydım; geceleri elimde bu dürbünle evimizin çatı katından dama çıkar, kiremitlerin üzerine sırtüstü yatarak yıldızlara bakardım. O yıllarda İstanbul’da gökyüzü henüz hava ve ışık kirliliği ile puslanmadığından bugünkünden çok daha fazla sayıda yıldız görmek mümkündü.
Önce, elime geçen gökyüzü haritalarından faydalanarak kuzey yarımkürenin parlak yıldızlarının ve bunların içinde yer aldığı takımyıldızların (burçların) isimlerini ve konumlarını hafızama kaydetmiştim.
Bu gözlemleri yaparken ara sıra dürbünün netlik ayarını bozardım. Bu sayede yıldızlar ışıklı noktalar yerine mavi, beyaz, sarı, turuncu veya kırmızı ışık diskleri olarak görünürlerdi ki bu benim için ilginç bir tecrübeydi. Bu vesileyle yıldızların renklerinin yaşlandıkça mavi beyazdan kırmızıya doğru değiştiğini öğrenmiştim. Yaz aylarında güney ufkunun üzerinde yer alan Scorpion (Akrep) burcunun en parlak yıldızı olan Antares ile kış gecelerini süsleyen Orion (Avcı) burcundaki Betelgeuse yıldızı, yaşları ilerlemiş kırmızı birer devdiler. Lyra (Çalgı) burcunun en parlak yıldızı Vega ile Cygnus (Kuğu) burcunun en parlak yıldızı Deneb, mavi beyaz genç yıldızlardı. Güneş’imiz ise orta yaşlarına gelmiş sarı bir yıldızdır.
Kaldığımız yerden devam edelim. Bir süre sonra, bu sefer harçlıklarımı biriktirip Beyazıt’taki Bitpazarı’ndan bir mikroskop edindim. 400 defa büyüten bu küçük mikroskopumla elime geçen, bakılabilecek her şeye bakardım. Ara sıra da içinde su dolu bir kaba, patates kabukları atar ve birkaç gün bekletirdim. Üç ile dört gün sonra bu suda patatesin nişastasıyla beslenen çeşitli türden tekhücreli minik canlılar (mikroplar) üremeye başlarlardı. Mikroskopla bunları izlemekten büyük zevk alır, tam bu sıralarda okumakta olduğum “Mikrop Avcıları”* isimli harika kitaptan aldığım ilhamlarla, zavallıları kendimce deneylere de alet ederdim; mesela mikroskopumun lâmı üzerindeki bir damlalık dünyalarına ben de bir damla kolonya ekler ve suyun içinde o ana kadar sağa sola koşuşturmakta olan bu minik canlıların bir anda hareketsiz kalışlarını izlerdim. Ya da içinde yaşadıkları su damlasının yakınına küçük bir büyüteçle güneş ışınlarını odaklar, hızla buharlaşan suda kümelenip cansız bir yığın haline gelişlerini gözlerdim. Bu mikroplar arasında oval şeklinde olan bir türü vardı ki üzerindeki su basıncı kalktığı anda balon gibi şişer ve akabinde adeta patlayarak şekilsiz bir madde yığını halini alırdı. Bakınız Not (1)
Bu gözlemlerimi yaz günlerinde evimizin terasında yaptığımda, bu mikrop dolu su damlasının benim herhangi bir müdahaleme ihtiyaç kalmadan da yavaş yavaş buharlaştığını izlemek mümkün olurdu. Bu esnada bir şey dikkatimi çekerdi; su damlasının hacmi azaldıkça minik canlıları adeta bir telaş alır, sudaki hareketleri, sağa sola koşuşturmaları giderek hızlanırdı. Bunu ilk fark ettiğimde olayı, bu garibanların yaklaşan tehlikeyi hissederek huzursuzlanıp paniğe kapıldıkları şeklinde yorumlamıştım. Vücutlarındaki özel organlar vasıtasıyla suda oluşturdukları titreşimler gözleri olmayan bu canlı organizmalar için bulundukları çevreyle, olmazsa olmaz haberleşme vasıtalarıydılar ki söz konusu organlar ekseriya vücutlarını sardığını gördüğüm ince kıllardan ya da kamçı şeklinde kuyruklarından ibaretti ve suda bu uzantıları sayesinde hareket etmekteydiler. Bu canlıların yüzerlerken kılları ya da kuyrukları vasıtasıyla yarattıkları titreşimler, sudaki diğer canlılardan, cansız varlıklardan ve en sonunda su damlasının hudutlarından geriye yansımakta, yansıyan titreşimler yine kendileri tarafından algılanmakta ve bu bilgiler mutlaka bir şekilde değerlendirilmekteydi. Damlanın giderek buharlaşması neticesinde dünyalarının sınırları küçülmekte, onlar da yaklaşan tehlikeyi herhalde, titreşim yansımaları arasında giderek azalan zaman farkları sayesinde içgüdüleriyle hissedebilmektedirler diye düşünmekteydim.
O kadar küçüktürler ki mikropları çıplak gözle görmek mümkün değildir. Yaptığı ilkel bir aletle mikropları ilk gören insan 1632 ile 1723 yılları arasında yaşamış olan Hollandalı kumaş tüccarı Antoni Van Leeunwenhoeck ( Loyvenhök )’dür. Loyvenhök, 1683 yılında, bu minik canlıları evinin bahçesindeki su birikintilerinde ve kendi ağzındaki çürük dişlerin kirleri arasında bulmuştu. Mikropların varlıklarının Loyvenhök tarafından keşfini takip eden yıllarda bilim aleminde şu soru sorulmaya başlanmıştı: Mikropların da anne ve babaları var mıdır ? 1729 – 1799 yılları arasında yaşamış olan İtalyan Lazzaro Spallanzani, Loyvehök’ten sonra mikroplarla haşır neşir olan diğer bir bilim insanıdır.
İçinde tekhücreli canlıların olduğu bir damla suya mikroskopla baktığınızda bunlardan bazılarının ortalarından kemerle sıkılmış gibi dolaşmakta olduklarını fark edersiniz. Böylelerini izlemeye devam ederseniz, sıkılmanın artıp giderek bölünme halini aldığını, sonra bir an gelip canlının ortasından tamamen ikiye bölündüğünü ve birbirinden ayrılan iki minik mikrobun artık kendi hayatlarına devam ettiğini görürsünüz. Spallanzani’ye göre mikroplar bu şekilde bölünerek üremekteydiler. Karşıtları ise; mikropların, aralarında kaza eseri vuku bulan çarpışmalar nedeniyle ikiye bölünmekte olduklarını iddia ediyorlardı.
Bunun üzerine Spallanzani yukarıda bahsettiğim “Mikrop Avcıları” isimli kitaba göre şöyle bir deney yaptı: Mikroskopunun lȃmı üzerinde, içinde mikropların yüzdüğü bir su damlasının yanına mikropsuz bir su damlası koydu, sonra bu iki damlayı bir iğnenin ucunu kullanarak ince bir su tüneliyle birleştirdi ve tek bir mikrobun bu tünelden temiz su damlasına geçmesini sabırla bekledi. Mikroplardan biri bu uzun yolculuğu gerçekleştirir gerçekleştirmez, bir tüy parçasıyla mikroskopunun lȃmı üzerindeki tüneli ortadan kaldırdı ve tek başına kalan mikrobu izlemeye başladı. Bir müddet sonra bu münzevi mikrop ortasından ikiye ayrıldı ve bu iş bu şekilde devam etti, birkaç saat sonra ise damla, bu tek mikroptan üreyen yeni nesil mikroplarla dolmuştu. İşte mikropların üreme yollarından biri bu şekilde anlaşılmış oldu.
Aslında uygulanması oldukça basit olan bu deneyi o yıllarda ben de terliksi hayvanlarla bizzat yapmıştım ve neticede bu yolla yeni nesil birkaç mikrop ürediğini de izlemiştim.
Bütün bunlar şimdi bize tuhaf gelebilir, ancak bilim ve uygarlık bu şekilde gelişmiştir.
Bu çalışmalarım sırasında, mikroplarla dolu bir su damlasını bir devaynası kullanmak suretiyle büyüterek duvara yansıtmayı ve bu minik canlıların gölgelerinin hareketlerini duvarda izlemeyi de öğrenmiştim.
Neticede bütün bu işleri bir bilim insanı ciddiyeti içinde ve sadece merak saikasıyla yapmaktaydım, amacım onlara eziyet etmek değildi.
Şimdi daha kaliteli mikroskoplarım var, zaman zaman yine sade suya patates kabukları atarak çoğalttığım bu eski tanıdıkları seyretmekten hâlâ zevk alıyorum, ancak artık sadece seyretmekle yetiniyorum. Zira eksi 273 santigrad dereceden milyonlarca derecelere kadar varan sıcaklıkların hüküm sürdüğü kendisine düşman bir evrende, yaratılmış olduğu ıslak bir kaya parçası üzerinde ve sadece ( – 50 / + 50 ) yüz santigrad derecelik dar bir hararet bandı içinde mevcudiyetini sürdürmeye çalışan hayatiyet dediğimiz harika organizasyona olan saygım ve hayranlığım geçen yıllarla birlikte daha da artmış bulunuyor.
Bu kısa felsefi mülȃhazalardan sonra tekrar konumuza dönelim:
Bir süre sonra, seramik kapta nişastayla beslenen bu temiz canlıları kendi hallerine bırakıp bunların bataklık sularında yaşayan yoksul akrabalarıyla ilgilenmeye başladım. Bataklık sularında çok daha değişik türlerde bir hücreli ya da çok hücreli mikroskopik canlıların yaşamakta olduklarını keşfetmiştim.
Hafta sonları ailece yaptığımız kır gezmelerinde karşılaştığım pis su birikintilerinden küçük ilaç şişeleri içinde eve taşıdığım kötü kokulu örnekler odamdaki kütüphanenin raflarını doldurmaya başlamıştı ki babam işe el koydu ve; “bir türlü çocukluktan kurtulamadın, hâlâ ipe sapa gelmeyen, para getirmeyecek fuzuli işlerle uğraşıyorsun, epeyi zamandan beri sıtmanın ilacı da bulunduğuna göre senin ne yapmak istediğini anlamak mümkün değil, bu bataklık sularıyla eve kolera getireceksin, hepimiz kırılacağız, derhal bu şişeleri at!” dedi. Babamın bu konuda kötü anıları vardı, çocukluğunun geçtiği Girit’te sıtma ve kolera salgınlarını yaşadığı için mikrop denildiğinde hep bu iki hastalık aklına gelirdi.
Bu olay benim bilim yolunda ikinci hüsranım oldu. Ama yılmadım, bu defa fizik bilimine merak sardım.
O zamanlar Beyazıt semtinde bulunan, ancak günümüzde izi kalmayan Bitpazarı’ndan, Boğaz vapurlarında geceleri yollarını aydınlatmak amacıyla kullanılan projektörlerin çıkma kömürlerini satın alır, bunlarla evde kendimce küçük projektörler yapardım. Söz konusu artık kömürler 15 ile 20 santim uzunluğunda ve 1 ile 1.5 santim çapında silindir formunda grafit çubuklardı. Bu amaçla tahtadan kalıplar yaparak alçıdan kutular hazırlar, elektrik kablolarıyla ortalarından şehir cereyanı bağladığım iki kömürü bu kutuların duvarlarında açtığım uygun çaptaki deliklere aralarında bir, iki santimetre kalacak şekilde karşılıklı olarak yerleştirirdim. Bundan sonra, elektrik devresini açar ve yalıtkan malzemelerle tuttuğum her iki kömürü, birbirine hafifçe değecek şekilde yaklaştırarak aralarında küçük bir elektrik arkı oluşmasını sağlardım, ark oluşur oluşmaz da kömürlerin arasını yavaş yavaş bir santim kadar açmak suretiyle arkın şiddetini arttırırdım. Ancak bu esnada hızlı hareket ederek arayı fazla açtığım takdirde ark hemen sönerdi. Zamanla bu konuda el melekesi kazanmıştım.
Yaptığım ve bir çukur ayna ile tamamladığım bu düzenekleri, projektör olarak geceleri terasta etrafı aydınlatmanın yanında, yine alçıdan yaptığım potalarda kurşun, lehim ve benzeri maddeleri eritmek amacıyla da kullanmaktaydım. Nitekim, sanayide maden eritmek amacıyla kullanılan elektrik fırınları da benzer şekilde çalışırlar.
Bu deneyler, işin içinde şehir şebeke cereyanı olduğundan ciddi tehlikeler taşımaktaydı, ilaveten ark ışığı aynı şekilde çalışan elektrik kaynağında olduğu gibi çıplak göz için zararlı da olabilmekteydi. Dolayısıyla gençlere bu gibi deneylere girişmelerini hiç önermem.
Yine o yıllarda, eski bir daktilonun şaryosunu ve eski model bir kapı zilini kullanarak bir de Ruhmkorff (endüksiyon) bobini yapmıştım. Bundan amacım radyo dalgaları üretmekti. Ruhmkorff bobini yapmak için şaryonun boyunda bir çubuk demir almış, bunu kalın bobin teli ile sararak az sargılı bir bobin oluşturmuştum. Takiben daktilo şaryosunu da ince bobin teli ile sararak çok sargılı 2 nci bobini hazırlamış, daha sonra kablo uçlarına kapı zilini bağladığım demir çekirdekli bobini. Çok sargılı bobinin içine yerleştirmiştim. Şehir cereyanı ile kapı zilini çalıştırdığım sürece, dıştaki çok sargılı bobinin iki ucunu birbirine yaklaştırdığımda aralarında kıvılcım atlamaktaydı.
Daktilo şaryosunun üzerine bobin sarmak için evdeki 33’lük plak çaların döner tablasını kullanmıştım.
Daha sonraları kimyaya da merak sardım. Mısır Çarşısı’ndaki aktarlardan aldığım güherçile ile toz kükürdü, mahallenin kömürcüsünden aldığım odun kömürüyle karıştırıp kara barut deneylerine başladım. Bilindiği gibi kara barutu Çinliler’in icat ettiği söylenir. Bir başka rivayete göre de kara barutu Alman keşiş Berthold Schwartz icat etmiştir, bir alakası var mı, bilmiyorum ama, schwartz (şıvarts), Almanca’da siyah demektir ve bu barutun rengi de, hazırlanışında kullanılan odun kömüründen ötürü siyaha yakın bir gridir.
Güherçile; kimyasal olarak sodyum nitrat ya da potasyum nitrat’tan ibarettir. Beyaz bir toz halindeki bu madde ile toz kükürdü, dövüp ince toz haline getirdiğiniz odun kömürüyle karıştırarak ateşlerseniz şiddetle yanar ve bu esnada yoğun siyah bir duman çıkar. Bu karışımı kapalı bir kap içinde tutuşturursanız, patlar.
Barutla deneylerimi yaparken bu üç maddeden değişik miktarlarda kullanmak suretiyle, yandığında en az duman çıkaran karışımı oluşturmaya çalışırdım. Zira en az duman veren karışımın, kömürdeki karbonun tamamının yandığı anlamına geldiğinden, en verimli çözüm olduğuna inanmaktaydım.
Bir seferinde mikroskopumun lamı üzerinde bu üç kimyasal maddeden yan yana duracak şekilde birer minik öbek oluşturmuş ve bunlara alevsiz bir ısı kaynağı yaklaştırarak ne olacağına bakmıştım. O zaman bana, ısının etkisiyle bu üç öbekteki maddeler birbirlerine doğru hareketlendiler gibi gelmişti, ancak şimdi bundan pek emin değilim.
Sık sık uğramakta olduğum Mısır Çarşısı’ndaki aktar bir gün geldi, işin vahametini kavradı ve “bana, galiba sen bu güherçileyle barut yapıyorsun, senin yüzünden başımı belaya sokmaya hiç niyetim yok, bir daha sana güherçile vermeyeceğim, artık gelme” dedi. Güherçileden ev ilaçları da yapılmakta olduğundan ben de bu maddeyi temin edebilmek için aktara anneannemi göndermeye başladım.
Kara barutla böyle haşır neşir olduğum günlerden birinde, o zamanlar çok popüler olan Alman V2 roketinden aldığım ilhamla bir arkadaşımın babası olan mahallemizdeki sobacıya bir de roket yaptırmıştım. O yıllarda İstanbul’da kalorifer kullanımı yaygın değildi ve sobacılık da itibarlı meslekler arasındaydı.
Gövdesi silindir ve her iki ucu koni şeklinde olan bu sözde roket üç ayağı üzerinde durmaktaydı ve burnunu oluşturan koniye, görünüşü tamamlasın diye 12’lik bir de çivi lehimletmiştim, uç kısmı delik olan alttaki koni de eksoz lülesini oluşturmaktaydı.
Fırlatma zamanı geldiğinde, gözüme bayağı güzel görünen bu rokete kara barut doldurdum, eksoz lülesine soktuğum bir maytap yardımıyla içindeki barutu ateşledim ve denemeyi izlemek için hemen terasın camlı kapısının arkasına geçtim.
Eksozundan alev ve duman fışkıran roketim önce iki ayağı üzerinde yavaş yavaş yükselir gibi oldu ki bu benim için harika bir manzaraydı, ancak hemen sonra ayaklarını tutan lehimler eridi, roket yan yatıp terasın zemininde bir duvardan diğer duvara alevler içinde çılgınca gidip gelmeye başladı ve akabinde bütün lehimler eriyince, gövdeyi oluşturan silindir de “kabak” gibi açıldı.
Bu da benim için bir yerlerim yanmadan çok ucuza atlatılmış, faydalı bir tecrübe olmuştu.
Bu ve buna benzer kara barut deneylerini yaz günleri evimizin terasında, tehlikesini dikkate alarak açık ortamda ve komşuların endişeli bakışları altında gerçekleştirmekteydim ki kısa bir süre sonra bu iş için yanlış yer seçtiğimi anladım.
Ağustos ayının boğucu sıcak günlerinde terasımızdan sık sık yükselen yoğun, siyah duman bulutlarını korkuyla izlemekte olan komşularımız, bu çılgın küçük adam bir gün mahalleyi yakacak diye ayaklandılar. Sonuçta babam da deney malzemelerime el koydu ve beni bir daha böyle işler yapmaktan men etti.
Ben yine de yılmadım, dikkat çekmemek için bu sefer dumansız barut yapmaya kalkıştım. Elime geçen bir kimya kitabından öğrendiğime göre; sülfürik ve nitrik asit karışımına gliserin katarsanız nitrogliserin yapabilirdiniz. Nitrogliserinin içine bir parça pamuk atar ve bir süre bekletirseniz dumansız (pamuk) barutu elde ederdiniz.
O zamanlardan aklımda kaldığına göre nitrogliserin, 60 santigrad derecenin üzerinde fazla sıcağa gelmeyen ve çalkalanmaması gereken patlayıcı bir sıvıdır. Isıtırsanız veya şiddetle çalkalarsanız patlar ve etrafa zarar verir. İlk defa 1847 yılında Italyan bilim adamı Ascanio Sobrero tarafından keşfedilen nitrogliserini, bir takım silisyum bazlı katkı maddeleriyle karıştırarak emniyetle taşınabilecek ve depolanabilecek şekilde katı hale getiren ve 1867 yılında bunun dinamit adı altında patentini alan da İsveçli meşhur bilim insanı Alfred Nobel’dir.
Benim bu konuya ilgimin bir başka nedeni de o sıralarda “Dehşet Yolcuları” adında Fransız yapımı bir filmi seyretmiş olmamdı. Bu filmde şimdi ismini hatırlayamadığım bir Güney Amerika ülkesinde tutuşan petrol kuyularını söndürmek üzere kamyonlarla nitrogliserin taşınırken yaşanan dramatik olaylar anlatılmaktaydı. Filmdeki esas çocuk bir kamyon şoförü idi ve birkaç meslektaşı dağ yollarında yüklerinin patlamasıyla parçalanarak feci şekilde can verirken, o taşıdığı nitrogliserini bin bir zahmet ve maharetle yangın yerine ulaştırmakta ve bu işten yüklüce bir para aldıktan sonra evine dönüş yolunda, bu başarının kendisinde yarattığı aşırı güven sonucu kamyonuyla bir uçurumdan yuvarlanarak hayatını kaybetmekteydi. Filmin fragmanında beyaz önlüğü ile kimyager kılığında bir adam elinde tuttuğu deney tüpünden yere bir damla nitrogliserin damlatmakta ve damlayan nitrogliserin büyük bir gürültüyle patlamaktaydı.
Okuduğum lisenin kimya laboratuvarından bir miktar sülfürik ve nitrik asitle gliserin temin ettim ! Evde kimsenin olmadığı bir gün yine terasta bu sıvıların her birinden birer santimetre küp alarak bir deney tüpünde birbirine karıştırdım.
Ancak bir adım sonrasını düşünememiştim; ve sonunda, filmdeki kimyager gibi elimde bir tüp dolusu nitrogliserin sandığım sıvıyla, aklımda filmden feci sahnelerle, ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette kalakaldım. Neden sonra kendimi toparladım ve tüpü sarsmadan büyük bir itina ile yere bir damla damlattım, hiçbir şey olmadı.
Kimya kitabında, hazırladığınız nitrogliserini kurutma kâğıdına emdirin ve üzerine çekiçle vurun, patlayacaktır denilmekteydi. Bunu da yaptım, yine hiçbir şey olmadı. Terasın duvarının kenarından bir tuğla parçası koptu, benim nitrogliserinim yine de patlamadı ve bu işe yaramayan sıvıyı götürdüm, lavaboya döktüm.
Daha sonraları öğrendim ki bu amaçla kullanılacak asitlerin sağlaması gereken bazı özel şartlar varmış, lalettayin asitli sıvılara gelişi güzel gliserin ekleyerek bu işler olmuyormuş. Ve yine öğrendim ki lalettayin pamuğu da nitrogliserine batırmakla dumansız barut yapılamazmış, bu iş için bildiğimiz pamuğun bazı kimyasal işlemlere tabi tutulması suretiyle elde edilen Kollodyum pamuğu kullanılırmış.
Bu son (sözde) bilimsel çalışmam beni öylesine kötü etkilemişti ki bir daha böyle işlere kalkışmak içimden gelmedi.
İçinde çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın böyle iyi ve kötü olaylarla geçtiği Sultanahmet’teki o evden artık eser kalmadı, şimdi yerinde bir çocuk parkı var. Terasta barut yakarken, pencerelerinden beni korkuyla gözleyen komşuların siluetleriyle hafızama kazınmış olan tahta evleri de restore edip turistik oteller yaptılar.
Bugün geriye doğru baktığımda artık bütün bunlar bana çocukça hevesler olarak görünüyor. Yine de böyle bir başlangıçla herhalde başarılı bir bilim insanı olabilirdim, ama olmadı. Ancak bilime olan ilgim de bugüne kadar hiç eksilmeden devam etti. Şimdilerde ise popüler bilim adına özellikle gençler için böyle yazılar hazırlayarak bir görev yerine getirdiğime inanıyorum ve bundan da büyük mutluluk duyuyorum.
Ve son sözüm yetişme çağında çocuğu olan okuyuculara: Çocuklarınıza küçük bir teleskopla, küçük bir mikroskop alınız ve onları bu aletleri kullanmaya özendiriniz, bu suretle hayata bakış açıları, ileride kendilerine ve insanlığa yararlı olacak doğrultuda şekillensin.
Not (1) Şimdi artık sadece sahaflarda bulunabilecek “Mikrop Avcıları” isimli kitap, Paul de Kruif adındaki Amerikalı hekim tarafından yazılmış, dilimize Mithat Enç tarafından tercüme edilerek 1951 yılında yayımlanmıştır. Bu kitap benim bugüne kadar okuduğum en yararlı kitaplardan biridir.
yurdaerihsan@gmail.com