Acaba; küresel bir yapıya sahip benzeri bütün gökcisimleri gibi kendi ekseni etrafında dönmekte olmasına rağmen, neden biz milyarlarca yıldan beri çevremizde dönmekte olan Ay’ın hep aynı yüzünü görmekteyiz?
The Dark Side Of The Moon”, ünlü müzik grubu Pink Floyd’ın bir zamanlar çok sükse yapan albümünün adıydı. Söz konusu albümün bu adı, bana uydumuz Ay’ın Dünya’dan hiç göremediğimiz yüzünü hatırlatır.
Acaba; küresel bir yapıya sahip benzeri bütün gökcisimleri gibi kendi ekseni etrafında dönmekte olmasına rağmen, neden biz milyarlarca yıldan beri çevremizde dönmekte olan Ay’ın hep aynı yüzünü görmekteyiz?
Bunun nedeni yerçekimidir: Bir gökcismi, bir başka gökcisminin çevresinde dönerken her ikisi de karşılıklı olarak birbirleri üzerinde med ve cezir ( gelgit ) etkisi yaratırlar. Ay’ın Dünya üzerindeki bu tür etkisi, denizlerdeki suların periyodik olarak kabarıp alçalması şeklinde görülür. Aslında bu kabarıp alçalma hareketlerine, karşılıklı olarak bu cisimlerin katı gövdeleri de katılırlar ve bu olay; yapılarındaki toprak ve kaya tabakalarında, yükselip alçalırlarken meydana gelen iç sürtünmelerden ötürü hareket enerjilerinin bir miktarının ısı enerjisine dönüşmesi sonucunu doğurur ki enerjilerindeki bu mahiyet değişimi, bu gökcisimlerinin kendi eksenleri etrafındaki dönüş hareketlerinin zamanla yine karşılıklı olarak yavaşlamasına neden olur.
Med ve cezir etkisinden kaynaklanan içsel ısınma olayına en iyi örnek Jüpiter gezegeninin uydusu İo’nun durumudur. Gezegenine çok yakın bir yörünge üzerinde dolanan İo’nun yüzeyinde bu şekilde iç ısınmadan kaynaklanan volkanlar görülmektedir. Jüpiter’in yarattığı med ve cezir etkisiyle İo’nun iç katmanlarında eriyen malzemesi kabuğundaki çatlaklardan volkan patlamaları şeklinde uydunun yüzeyine yükselmektedir.
Bilindiği gibi med ve cezir olayı yerçekimi kuvvetinden kaynaklanmaktadır ve Newton’un Yerçekimi Kuramına göre, bu kuvvet cisimlerin arasındaki mesafenin karesiyle azalan bir özelliğe sahiptir. ( Bkz. Not 1 )
Bu durumda, Güneş’e nazaran çok daha küçük kütleli olmasına rağmen Ay, bize yakınlığı nedeniyle Dünya’mız üzerinde Güneş’in yarattığından çok daha büyük ölçüde med ve cezir etkisi yaratmaktadır. Bu etki de Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüş hızını azaltmak suretiyle giderek günlerimizin uzamasına sebep olmaktadır. Yapılan hesaplara göre günler her 100.000 yılda 2 saniye kadar uzamakta olmalıdır.
Zaman içinde geriye doğru baktığımızda, örneğin 400 ile 500 milyon yıl kadar önce bir günün süresi 20 saat civarında olmalıydı ki bu bilgiye o zamanlardan kalan ve yaşarlarken gövdelerinde yıllık bazda metabolizma artıkları biriktiren mercan gibi canlıların fosillerinin tetkiki sayesinde varılmaktadır.
Gün sürelerindeki uzama miktarı fevkalâde küçük olup bunu bizim yaşam süremiz içinde fark edebilmemiz mümkün değildir. Lâkin günlük dönüş hızındaki bu tedrici azalmalar neticesinde günler uzamaya devam edecek ve çok çok uzun bir zaman sonra nihayet Dünya’mızın bir takvim günü bir takvim ayına eşit hale gelecek, yani bir yılımızın artık sadece 12 uzun gün sürdüğü bir çağa varılacaktır. Bugün kullandığımız zaman ölçüsü birimlerine göre böyle uzun bir günün süresi de 24 saat yerine yaklaşık 730 saat olacaktır.
Bu vesileyle burada biraz durup böyle bir zaman idrak edildiğinde Dünya’da neler olup biteceğine yakından bakalım. Bu konuda Alman bilim adamı Hoimar Von Ditfurth; dilimize Veysel Atayman tarafından çevrilen ve Alan Yayıncılık tarafından yayınlanan 6 küçük ciltlik “Dinozorların Sessiz Gecesi” isimli kitabında şöyle yazıyor:
“Böyle bir çağ geldiğinde her bir gün bugünkü bir aya eşitlenirken, bütün bir yıl sadece on iki günden ibaret hale gelecek; iki hafta boyunca kesintisiz süren gündüzleri iki haftalık geceler kovalayacaktır. Bu uzun gündüzler ve geceler boyunca, Güneş’in aydınlatma ve ısıtma durumu ayrıca mevsimlere göre de değişiklik gösterecektir; çünkü bütün bu gelişmelerin ardından mevsimler yine de varlıklarını koruyacaklar ve bu durum, bu aşırı uzun günlerin öldürücü olmasına yol açacaktır. Yeryüzü tarihinin bu sözünü ettiğimiz uzak evresine ulaşıp olup bitene tanık olması durumunda insanlığın başına neler gelebileceğini düşünmeye hiç gerek yok. Gelişmelere bugünkü konumlarından baktığımızda, insan soyunun o aşamalara ulaşmadan çok çok önce yok olup gideceğinin hemen hemen kesin olduğunu söyleyebiliriz. Canlı doğanın tarihine baktığımızda, doğup büyümenin ve yaşlanıp ölmenin sadece bireyler için değil aynı zamanda türler için de kaçınılmaz bir kader olduğunu kavrıyoruz. Ve bugüne kadar, bu kural karşısında istisna teşkil edebilmiş tek bir türe rastlamak mümkün olamadı. Biricik istisna, belki tekhücreli organizmalar, örneğin bakteriler, algler ve protozoalarca oluşturulmuş sayılabilir, ama bunlar söz konusu bağlamda bizi ilgilendirmeyen durumlardır. Yine de günlerin böyle hissedilir biçimde uzamasıyla bu değişimin bizim hayatımıza ve var oluş durumumuza nasıl etkiler yapacağı konusuna bir göz atmakta yarar vardır. Çünkü başka birçok nedenden ötürü yukarıda da belirttiğimiz gibi insan soyu çoktan tarih sahnesinden elini ayağını çekmiş olacaktır, ama yine de böyle bir inceleme, Dünya’nın bugünkü dönüş hızının bizim hayatımızı sürdürmemize ne ölçülerde ve ne tarzda etkidiğini kavramamız bakımından, ilginç ve hiç de boşuna sayılmayacak bir girişim olacaktır.
Güneş’in iki hafta boyunca hiç ara vermeksizin gökte ışıyıp durduğu “bir“ günün ne anlama gelebileceğini anlamak için, şöyle sıcak bir günün ardından akşamın serinliğini dört gözle bekleyişimizi anımsamak bile yeter. Oysa böyle bir gün , Güneş’in en fazla 16 saat boyunca ortalığı yakıp kavurduğu bir gündür şunun şurasında. Hiç kuşku yok ki yaz mevsimine rastlayacak iki haftalık “ bir “ günde, Dünya’nın gündüzü yaşayan yüzünde ortaya çıkacak ısı artışlarına, pahalı koruma mekanizmaları, dev klimalar olmaksızın karşı koyabilecek tek bir insanoğlu bulunmayacaktır yeryüzünde. Hayvanların ve bitkilerin ise kökü kısa sürede kazınmış olacak, sayısız canlı türü bir daha geri dönmemek üzere tarihin mezarlığını boylayacak, bu durum da, gezegenin biyolojik dengesinin korunması bakımından telafi edilemez olumsuz sonuçlara yol açacaktır.
Ay yüzeyinde gece – gündüz yer değiştirmeleri sonucunda artı 117 ile eksi 117 derecelik bir ısı farkı ortaya çıkmaktadır. Gerçi bu ekstrem ısı farklılıkları yeryüzünde söz konusu olmayacaktır; çünkü yeryüzü atmosferi güneş ışınlarını süzüp etkisizleştirecektir bir miktar. Bildiğimiz gibi Ay, 27.5 Dünya gününde hem kendi ekseni hem de Dünya çevresindeki turunu tamamlamaktadır. ) Dolayısıyla burada sözünü ettiğimiz uzun dönemli gündüz ve geceler bir bakıma Ay’da hüküm sürmektedirler ve bu koşullarda Ay’ın gündüzleri artı 117, geceleri ise eksi 117 derecelik iki uç arasında yaklaşık 200 santigratlık bir farklılık gösterirler. Gerçi bir günü iki hafta sürebilecek olan geleceğin dünyasında ortaya çıkacak koşullar yine de Ay örneğindekinden farklı olacaktır; çünkü yeryüzü atmosferi hep bir miktar ısıyı tutarak uzun gündüzlerde ortalığın cehennem gibi kavrulmasını önleyebileceği gibi, tersine sonu gelmez gecelerde de gene ani ısı düşmelerinin önünü alabilecektir. Atmosferde depolanmış bu belli miktar ısı, yerkabuğundaki ısının uzaya hızla kaçmasını engelleyerek geceleri büyük soğukların yaşanmasına da meydan vermeyecektir. Öyle ya da böyle, ortaya çıkan durum gene de berbat mı berbat olmakla kalmayacağı gibi, bizim yeryüzündeki konumumuz bakımından tam bir açmaz oluşturacaktır. Bir kere bu ısı farklılıklarını belli sınırlarda tutan ve büyümesini önleyen atmosferde, hiç de hoş olmayan bir dizi meteoroloji olayı olana bitene eşlik etmeye başlayacaktır. Büyük ısı farklılıklarından ötürü sıcak bölgelerden soğuk bölgelere devamlı hava akacağı için, yeryüzünün aşırı soğuk olan gece bölgelerine şiddetli hava akımları, büyük fırtınalar hücum edecektir. Gerçi böylelikle de ısı farklılıkları az buçuk azalacaktır, ama öte yandan bu, Dünya muazzam tayfunların at oynattığı bir alan olmaktan kurtulamayacak demektir.”
Ay’ın karanlık yüzünün ilk fotoğrafları, 1959 yılında uzaya gönderilen ve Ay’ın arkasından dolanan Rus yapımı Lunar aracı vasıtasıyla alınmıştır. Çinliler de 2018 yılı içinde, insansız Çang 4 aracını, incelemeler yapmak amacıyla Ay’ın karanlık tarafına indirmeyi planlamaktadır.
Yeri gelmişken ben de şunları eklemekte yarar görüyorum: Bir kere böyle bir kargaşa çağına varılması için hesaplara göre çok milyar yıl geçmesi lazımdır ki Güneş’in ve dolayısıyla Dünya’mızın kalan ömrü buna kesinlikle yetmeyecektir.
Öte yandan, 21. Temmuz. 1969’da Apollo 11 astronotları tarafından Ay yüzeyine yerleştirilen aynalara, Dünya’dan gönderilen lazer ışınlarının yansıtılması suretiyle, kırk küsur yıldan bu yana sürdürülen ölçümlere göre uydumuz, yine doğa kanunları gereğince, bizden bir yılda 3.8 cm kadar uzaklaşmaktadır. Bu durumda uydumuzun Dünya’ya uyguladığı yerçekimi etkisi de giderek azalacağından Von Ditfruht’un öngördüğü kaos çağı bu nedenle de herhalde hiçbir zaman gelmeyecektir. Mümkün görünmüyor ama geleceğini farz edelim: Von Ditfurth’un dediği gibi o çağda muhtemelen Dünya üzerinde artık insan ırkından eser kalmayacaktır, ancak; insanlık, Dünya’mızın devasa bir göktaşı ya da bir kuyrukluyıldız ile çarpışması gibi kozmik bir kazaya uğramaz ya da bir nükleer savaş sonucu kendi kendini yok etmez ise, böyle bir zamana ulaşıldığında genetik değişime uğramış uzak torunlarımız herhalde çoktan Samanyolu gökadasındaki yıldızlara, diğer gökadalara ve bütün evrene dağılmış olacaklardır.
Bu vesileyle gelecekte Dünyamızı dolayısıyla insanlığı bekleyen tehlikeleri de şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Güneş’in fiziksel yapısında ön görülmeyen büyük değişimler,
2. Çok büyük bir göktaşının veya büyük bir kuyrukluyıldızın Dünya’ya çarpması,
3. Dış uzaydan gelen gezgin bir gezegenin, bir yıldızın, bir nötron yıldızının veya karadeliğin Güneş sistemine girmesi,
4. Yakın yıldızlardan birinin süpernova aşamasında patlaması.
Gün gelip bu tehlikelerden herhangi biri ufukta belirdiğinde maalesef elimizden yapılabilecek hiçbir şey gelmeyecektir.
Bütün bunlardan herhangi birinin önümüzdeki zaman diliminde meydana gelmesi halinde on binlerce yıllık birikimleriyle insan uygarlığı evrenden silinecek, bizden geriye, bugüne kadar Güneş sisteminin diğer gezegen ve uydularına gönderdiğimiz araştırma araçlarının buralardaki enkazı kalacaktır. Zaman bakımından şimdilik bir şey söylemek mümkün olmasa da bu tehlikelerden kaçınmak da mümkün olmayacak, bunlardan biri er veya geç gerçekleşecektir. Bu nedenle bir an önce yaşanabilir başka dünyalar bulup temsilcilerimizi Nuh’un gemilerine bindirerek buralara göndermemiz gerekmektedir. Bu seyahatlerin mümkün olabileceği zamanlara erişinceye kadar da; Arz’ımızdaki hayatın temeli olan canlı molekülleri dondurup güneş sistemi içindeki uygun dünyalarda depolanmasını sağlamalıyız.
Konumuza dönelim: Kütlesi ile doğru orantılı olarak Dünya’nın Ay üzerindeki med ve cezir etkisi ise daha da güçlü olup bu etki milyarlarca yıl zarfında giderek Ay’ın kendi ekseni etrafındaki dönme hızını azaltmış ve nihayet daha şimdiden onun bir takvim günü bir takvim ayına eşit hale gelmiştir. Bir başka ifadeyle uydumuz Ay, Dünya’nın etrafında bir ayda (daha doğrusu 27.5 günde) bir tur atarken kendi ekseni etrafında da aşağı yukarı tam bir dönüş yapmış olur, işte bu nedenle biz Ay’ın hep aynı yüzünü görürüz. ( Bkz. Not 2 )
Bu olayın daha iyi kavranabilmesi için böyle bir hareketin şu şekilde bire bir yaşanarak tecrübe edilmesi mümkündür: Odanızın ortasına Dünya niyetine bir iskemle koyun ve bir, iki metre uzağında, başınızı başka yöne çevirmeden, yüzünüz hep bu iskemleye dönmüş durumda tam bir tur atın. Bu esnada yüzünüz de ay gibi olur. Turu tamamladığınızda, kendi etrafınızda da tam bir dönüş yapmış olursunuz. Zira bu hareketiniz sırasında iskemlenin arkasındaki fonda odanın dört duvarını da görmüş olacağınıza göre, bu aynı zamanda sizin kendi ekseniniz etrafında da 360 derece dönmüş olduğunuz anlamına gelir.
Ay’ın, Dünya’nın çevresindeki dönüşü sırasında onu farklı açılardan, farklı evrelerinde görürüz. Bu evreler dönemi gün battıktan sonra batıda Hilal şeklinde başlar, aşağı yukarı bir ay ( 29.5 gün ) boyunca; İlkdördün, Dolunay, İkincidördün, Yeniay denilen evrelerden geçer ve batıda yine Hilal şeklinde görünmesiyle birlikte aylık yeni bir dönem başlar. Ay, İlkdördün’de batıya ve İkincidördün’de doğuya bakan “D” harfi şeklinde görülür.
Yeniay evresinde uydumuz Güneş ile Dünya’mızın arasından geçmekte olduğu için bize bakan yüzü karanlıkta kalır ve bu nedenle yaklaşık bir gün süreyle ( Yeniay evresinde ) onu hiç göremeyiz.
Dünya’nın, Ay’ın ve Güneş’in merkezleri Yeniay evresinde zaman zaman bir hizaya gelirler ki bu takdirde güneş tutulması olaylarına şahit oluruz.
Benzer hizalanma Dolunay evresinde vuku bulduğu takdirde, Ay ile Güneş arasına giren Dünya’nın gölgesi Ay’ın üzerine düşer ve bu defa da ay tutulması olayı meydana gelir.
Ay’ın Dünya’nın çevresinde dönerken içinde kaldığı yörünge düzlemi ile Dünya’nın Güneş’in çevresinde dönerken içinde kaldığı yıllık yörünge düzlemi ( Ekliptik ) arasında 5,9 derecelik açı olduğundan her Dolunay ya da her Yeniay evresinde ay ya da güneş tutulması meydana gelmez. Güneş tutulmasının meydana gelebilmesi için öncelikle uydumuzun Yeniay evresinde olması ve söz konusu bu iki yörünge düzleminin arakesitinin uzantısının Güneş’in merkezinden geçmesi gerekir.
Yılda en az iki, en çok beş kez tekrarlanan bu olaylar her defasında tam güneş tutulması şeklinde cereyan etmez, genellikle parçalı güneş tutulması şeklinde olur ve her defasında Ülkemizden de görülmez. Benzer şartlar ay tutulması için de geçerlidir.
Şayet söz konusu yörünge düzlemleri arasında 5,9 derecelik açı olmasaydı, bir başka ifadeyle uydumuz da aylık hareketini Dünya’nın Güneş etrafındaki yıllık yörüngesinin oluşturduğu düzlem içinde kalarak yapsaydı, yani yörünge düzlemleri çakışsaydı, her ay, bir güneş ve bir ay tutulması meydana gelecekti. Bu arada ekleyelim: Ay’ın çapı, Güneş’in çapından yaklaşık 400 defa küçük, fakat bize Güneş’ten 400 defa daha yakın olduğu için ikisi de gökyüzünde hemen hemen aynı büyüklükte görünürler ve bu nedenle tam güneş tutulması esnasında uydumuz, Güneş’i, hemen hemen, bire bir örter.
Not. 1
Artık ancak sahaflarda bulunabilecek eski baskı fizik kitaplarında Newton’un Yerçekimi Kuramı şöyle ifade edilirdi: “Kâinattaki her bir madde kütlesi diğer bir madde kütlesini, kütleleri hasıl-ı zarbıyla mepsuten, aralarındaki mesafenin murabbaı ile makûsen mütenasip olarak cezbeder”. Yani; “evrende her bir madde kütlesi, diğer bir madde kütlesini, kütlelerinin çarpımıyla doğru orantılı olarak, aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılı olarak çeker.”
Formülle ifade edersek, Newton’un Yerçekimi Kuramına göre iki gökcismi arasındaki çekim kuvveti:
F1 = F2 = G x [ ( m1 x m2 ) / r 2 ]’dir.
Bu formülde yer alan “G”; Evrensel Yerçekimi Sabiti, m1 ve m2, gökcisimlerinin kütleleri, “r” ise bu gökcisimlerinin aralarındaki mesafedir. Güneş’in Dünya üzerindeki yerçekimi etkisini hesaplamak için kütlelerinin çarpımını 150.000.000’un karesine, Ay’ın Dünya üzerindeki yerçekimi etkisini hesaplamak için de kütlelerinin çarpımını 386.000’in karesine böleriz. Güneş’in ve Ay’ın kütleleri arasındaki büyük fark, mesafelere ait büyük sayıların karelerinin formülün paydasında yer almakta olmasından ötürü, sonucu fazla etkilemez, dolayısıyla; bize çok yakın olan uydumuz Ay, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, daha uzağımızdaki Güneş’e nazaran yeryüzünde çok daha büyük ölçüde çekim etkisi yaratır ve Güneş’in buna katkısı “devede kulak misali” kalır.
Not 2.
Ay, Dünya’nın etrafında da, kendi etrafında da yaklaşık olarak 27.5 günde bir tur atmaktadır. Ancak uydumuzun evrelerinin dönemleri 27.5 günde bir yerine 29.5 günde bir tamamlanmaktadır. Yani iki Dolunay veya iki Yeniay evresi arasında geçen süre 29.5 gün olmaktadır. Bunun nedeni Dünya’nın da bu geçen süre zarfında Güneş’in etrafındaki yörüngesi üzerinde bir miktar yol almış olmasıdır.
yurdaerihsan@gmail.com