Bilindiği gibi evrende ulaşılabilecek en büyük hız, ışık hızıdır. Bir ucunda radyo dalgalarının, diğer ucunda gamma ışınlarının yer aldığı bir bant oluşturan ve genel olarak elektromanyetik dalgalar adı verilen titreşimler, boşlukta saniyede yaklaşık olarak 300.000 kilometrelik hızla yayılırlar. Birbirini takip eden elektrik ve manyetik alanlar dizisi olan bu titreşimlerin kaynağı; ivmeli hareket eden elektrik yüklü parçacıklardır. Görülen ışık da bir elektromanyetik dalga türüdür. Işık Dünya’mıza; Ay’dan bir küsur saniyede, Güneş’ten 8 dakikada, Pluton’dan 6 saatte ulaşır. Güneş sistemi içinde uzaklıklar bu mertebelerdeyken sistemimize en yakın güneş olan Kentaurus ( At adam ) burcunun en parlak yıldızı Alfa Kentauri’nin ışığı bize yaklaşık 4,3 yılda ulaşır. Yani bu yıldız şu anda patlamış olsa biz bu olayı ancak 4,3 yıl sonra görürüz. Işığın uzayda bir yılda aldığı mesafeye 1 ışık yılı adı verilir.
1 ışık yılı = 300.000 kilometre x 60 saniye x 60 dakika x 24 saat x 365 gün = 9.460.800.000.000 kilometre, yani yaklaşık 9 trilyon 460 milyar 800 milyon kilometredir. Alfa Kentauri’nin bu hesaba göre Dünya’ya uzaklığı 4,3 x 9,46 = 40.67 trilyon kilometredir. Işık bu mesafeyi 4,3 yılda katederken, şu ana kadar insan eliyle yapılmış en hızlı araçlar olan ve Güneş sistemi içindeki görevlerini bitirip halen yıldızlararası boşlukta yol alan Voyager 1 ve 2 uzay araçları saatte 60.000 kilometreyi aşan hızlarıyla – şayet yolları üzerinde bulunmuş olsaydı – bu yıldıza ancak 76.000 yılda varabilirlerdi. Bakınız Not (1). Görüleceği gibi bir gökadayı oluşturan yıldızların arasındaki uzaklıklar tasavvur edilemeyecek kadar büyüktür. Gökadaların arasındaki uzaklıklar ise akla hayale sığmaz ve yüz milyarlarca gökadanın varlığı bilinmektedir. Teleskoplarımızın büyütme gücü artıkça bunların görüş alanına giren gökadaların sayısı da artmaktadır. Bilim insanlarına göre bütün bu gökadalardaki yıldızların toplam sayısı yeryüzünün kumsallarındaki kum tanelerinin sayısından fazladır.
Güneş’imizin de aralarında yer aldığı yaklaşık 400 milyar yıldızdan oluşan disk şeklindeki Samanyolu gökadasının çapı 100.000 ışık yılı civarındadır. Samanyolu’na benzeyen en yakın gökada olan M 31 Messier katalog numaralı Andromeda bizden yaklaşık olarak 2,4 milyon ışık yılı ötededir. Bakınız Not (2). Yani teleskopla baktığımızda gördüğümüz şey bu gökadanın 2,4 milyon yıl önceki halidir ve çok güçlü teleskoplar vasıtasıyla ışığı Güneş sistemine 12, 13 milyar yılda ulaşan ilk gökadaların fotoğrafları çekilebilmektedir.
Einstein’ın, öngörüleri deneylerle doğrulanan Özel Görecelik Kuramına göre; maddi cisimler (örneğin uzay gemileri veya atomik parçacıklar) ışık hızına yakın hızlara kadar hızlandırılabilirler, ancak hiçbir yolla ışık hızında uçurulamazlar. Zira bu kuramla vaz’edilen formüllere göre artan hızla birlikte cismin kütlesi de artmakta ve ışık hızına ulaşıldığında kütle sonsuza gitmektedir.
Kütlesi sonsuz büyük olan maddeyi sürmek için sonsuz miktarda enerjiye ihtiyaç vardır ki, bunun da pratik bir anlamı bulunmamaktadır. Çok büyük hızlar söz konusu olduğunda ortaya çıkan bir diğer keyfiyet, zamanın akış hızındaki azalmadır. Bir başka ifadeyle ışık hızına yakın hızlarla hareket edecek uzay gemilerindeki insanlar kendilerine özgü bir zaman yaşayacaklar ve bunun sonucunda Dünya’da bıraktıkları akrabalarına nazaran daha yavaş yaşlanacaklardır. Zaman genleşmesi denilen bu enteresan olgunun doğruluğu da çeşitli deneylerle ispatlanmıştır. Bakınız Not (3). Yani, ışık hızına ( % 99.99’u gibi ) çok yakın hızla seyreden uzay araçları yapılabilse bile yıldızları dolaşmak Dünya’da kalanlara göre çok uzun yıllar alacaktır. Aşağı yukarı bize 9 ışık yılı mesafede bulunan Sirius yıldızına gönderilecek böyle bir aracın içinde bulunanlara göre yolculuk 6 veya 7 gün, Dünya’dakilere göre ise 9 yıldan fazla sürecektir. Şayet bu uzay gemisi 2,4 milyon ışık yılı ötemizdeki M31 Andromeda gökadasına gönderilmiş olsa, gemidekiler yol boyunca 60, 70 yıl yaşlanacaklardır. Dünya’dakilerin ise ( şayet Dünya’da hâlâ birileri kalmışsa ) bu araçtan “hedefe vardık” elektromanyetik dalga mesajını almaları için en az 4,8 milyon yıl geçmesi gerekecektir.
Bu noktada görülmektedir ki, zaman genleşmesi olayı uzay yolculuklarını kolaylaştıracak bir imkân yaratabilir. Ancak, acaba uzay araçlarını ışık hızına çok yakın hızlarda uçurabilmek mümkün müdür?
Yapılan hesaplar göstermektedir ki bir uzay aracına bir yıl boyunca devamlı olarak 1 g ( yer çekimi ivmesi ) kadar ivme uygulanırsa, yani araca her saniyede 9,8 metre hız kazandırılabilir ise bu sürenin sonunda araç ışık hızına çok yakın bir hıza ulaşacaktır. Böyle yavaş hızlanma her şeyden önce gemidekiler üzerinde herhangi bir rahatsızlık yaratmayacaktır. Zira çok ani hızlanmalar halinde, insan vücudundaki farklı yoğunluk bölgeleri farklı ivmelenmelere maruz kalacağından ötürü öldürücü etkiler meydana gelmektetir. Ancak, bu durumda yolculuk sürelerine hızlanmak için 1 yıl, hedefe varıldığında yavaşlamak için de 1 yıl eklenmesi gerekecektir. Bu noktada en büyük sorun uzay gemisine sürekli olarak 1 g’ lik ivmelenme temin etmek için çok büyük miktarlarda enerjiye ihtiyaç duyulacak olmasıdır. Halen düşünülmekte olan en verimli enerji kaynağı, madde ile antimaddenin birleşerek tümüyle enerjiye dönüşmesi sürecidir. Bugün fizik dünyasında bilinen bütün atomik parçacıkların karşıtı olarak birer antiparçacığın bulunduğu ispatlanmış bir olgudur. Proton /antiproton, nötron /antinötron, elektron/antielektron (pozitron) gibi. Yapılan hesaplara göre bu yolla 1 tonluk bir kütleyi ışık hızının % 98’ine ulaştırmak için 25 ton madde ve antimadde karışımına ihtiyaç bulunmaktadır. 1 tonluk böyle bir uzay aracını en yakın yıldız olan Alfa Kentauri’ye götürüp getirebilmek için iki defa hızlanma, iki defa yavaşlama yapılması gerekeceğinden 100 ton madde/antimadde karışımına ihtiyaç duyulacaktır. Antimadde, halen atomik parçacık hızlandırıcılarında eser miktarda üretilebilmekte, ancak hemen civardaki madde ile birleşerek onunla birlikte enerjiye dönüşüp kaybolmaktadır ki, antimaddenin büyük miktarlarda üretilmesi ve depolanması için henüz uygulanabilecek bir teknik bulunmamaktadır. Dolayısıyla, uzay araçlarını bu yolla sürmek şimdilik sadece bilimkurgu romanlarının konusu olabilir.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde uzay araçlarını, hidrojenin füzyonu ( fusion – kaynaşma ) yoluyla elde edilecek enerjiyi kullanarak hareket ettirmek mümkün gibi görülmektedir. Bilindiği üzere füzyon, hafif elementlerin atom çekirdeklerinin yüksek ısıların etkisi altında birbirleriyle kaynaşmaları suretiyle daha ağır elementlerin oluşması olayına verilen isimdir. Örneğin, Güneş’imiz de dahil olmak üzere genç ve orta yaşlı yıldızların merkezinde hidrojen atomunun çekirdekleri bu şekilde kaynaşarak helyum atomu çekirdeklerine dönüşmekte, bu işlem sonunda bir miktar madde yok olarak buna eşdeğer miktarda “bağlama enerjisi” denilen enerji açığa çıkmaktadır.
Halen bu yolla hidrojen bombaları yapılmaktadır ve füzyon enerji santralleri yapılabilmesi için bütün dünyada büyük çabalar harcanmaktadır ki burada en büyük sorunlardan biri; kaynaşma işlemi sonucu sıcaklığı milyonlarca santigrad derecesine yükselen ( plazma halindeki ) elektrik yüklü maddeyi, çalışma ortamının böylesine aşırı derecede sıcaklıklara dayanması mümkün olmayan duvarlarına değdirmeden, elektromanyetik alanlar vasıtasıyla boşlukta tutabilmek ve bu şartlar altında bu maddedeki ısı enerjisini kullanım alanlarına aktarabilmektir. Yakın bir zaman önce Çin’deki bir deneme reaktöründe 10 saniye süre için 100 milyon derece sıcaklığında küçük bir güneş oluşturulabilmiştir. Füzyon reaksiyonunu kullanarak hareket edecek uzay araçlarının motorlarında bir anlamda aralıklarla hidrojen bombaları patlatılarak ışık hızının % 10’u mertebesinde sürüş sağlanacaktır. Bu konuda da yapılan hesaplara göre 1 tonluk bir uzay aracını en yakın yıldıza götürüp getirmek için 3.500 ton hidrojeni füzyona tabi tutmak gerekecektir ki, söz konusu enerji miktarı, günümüzde Dünya’da tüketilen yıllık enerji toplamının birkaç katına denk düşmektedir.
Burada yakıt taşıma sorununa önerilen çözümlerden biri, aracın depolarında hidrojen taşımak yerine yıldızlar arasındaki ortamda bulunan hidrojeni kullanmaktır. Uçak turbo motorlarının havayı emmesi gibi uzay araçları da hidrojeni toplayarak reaktörlerinde füzyon enerjisi yaratmak suretiyle ilerleyebilirler. Ancak uzayda bulunan hidrojen öylesine seyrek dağılmıştır ki, bu maddeyi yeterli miktarda toplayabilmek için aracın hidrojen “motor alıkları” binlerce kilometre çapında olmak zorundadır. Bir an için gerçekleştirilebileceği varsayılsa bile böyle büyük yapıların, uzayda üzerilerine ışık hızına yakın hızlarla çarpacak olan kozmik toz zerreciklerinin ve meteoridlerin tahribatına karşı korunması mümkün olmayacaktır.
Bir başka yakıt deposuz araç önerisi de uzay yelkenlisidir. Bilindiği gibi ışığın da basınç etkisi vardır ve bu etki özellikle boş uzayda, güneş ışığının üzerine vurduğu geniş yüzeylerin bağlı olduğu yapıları hareket ettirebilir büyüklüklere varabilmektedir. Yelkenli deniz araçlarında olduğu gibi ışığın etkisine bırakılan alanların ( yelkenlerin) açılarını ve konumlarını, dolayısıyla Güneş’ten gelen ışık ışınlarına göre yüzey alanlarını değiştirmek suretiyle hızlanma veya yavaşlama manevraları yapılabilir. Bu yolla Güneş sistemi içinde ucuza seyahat etme imkânı vardır. Halen Bu konuda yoğun çalışmlar yapılmaktadır. Böyle bir aracı Güneş’in radyasyon etkisinin zayıfladığı yıldızlar arası uzaya itebilmek için ise, laser ışınlarının basınç etkisinin kullanılması önerilmektedir. Ancak bu önerinin gerçekleştirilmesinin önünde ciddi teknik engeller vardır. Ayrıca, böyle bir aracı bu yolla Güneş sisteminin dışına çıkarabilseniz dahi geri getirmeniz kolaylıkla mümkün olamayacaktır.
Çoğu bilim insanı, sahip olduğu inanılmaz büyüklükteki çekim gücüyle ışığı bile yutan, bu nedenle de görülemez olduğu için kara delik olarak adlandırılan böyle bir yapının içinden geçmeyi deneyecek bir uzay aracının atomlarına kadar çözülerek dağılacağına inanıyorlar.
Yine bilimkurgu yazarlarının romanlarında, maddenin çözülerek radyasyon enerjisi halinde çok uzaklara ışınlanması ve gittiği yerde tekrar maddeleştirilmesi yoluyla uzayda yolculuk sıkça işlenen konular arasında yer almaktadır. Örneğin bir metal kütlesi gibi basit yapı için böyle bir uygulamanın olabilirliği tartışılabilir ki bu konuda bilimsel çalışmalar da sürdürülmektedir. Ancak, canlı yapıların moleküler çeşitliliği ve karmaşıklığı dikkate alındığı takdirde konu çözümsüz gibi gözükmektedir. Kaldı ki ışınlanacak astronotun, vücudundaki her atomun üç boyutta koordinatları, gönderileceği yerde tekrar bütünleştirilmek üzere, yüzde yüz hassasiyetle tespit edilebilse bile, çözülme ve ışınlama işlemleri belli bir zaman alacağından astronot ışık hızıyla birkaç saniye içinde milyonlarca kilometre uzaklara radyasyon halinde dağılacak, bu radyasyonun bir kısmı, yoluna çıkacak herhangi bir gökcismi tarafından engellendiği takdirde hedefe vardığında astronotumuz et yığını halinde maddeleşebilecektir ! Tabii bütün bunlar işin biraz da kara mizah tarafı.
Işınlanacak canlı maddeyi – astronotu – enerjiye çevirerek yıldızlara göndermek yerine üç boyutta yapısal planını gönderip oradaki bir organik madde havuzunda plana göre yeniden oluşturmak da mümkün olabilir, ancak bu durumda yapılan iş, aslı dünyada kaldığından, bir tür klonlama anlamına gelecektir. Işınlama konusu, yaşayan organizmalar için daha çok uzun yıllar bilimkurgunun kapsamında kalmaya devam edecek, muhtemelen de hep böyle kalacaktır.
İnsanın değil de cansız maddenin Işınlanması konusunda ise ciddi gelişmeler olmaktadır. Kuvantum fiziği kapsamında bir Dolaşıklık kavramı var. Kuvantum Dolaşıklığı, iki fotonun aynı yerde ve zamanda yaratıldığı ve aslında aynı varlığa sahip oldukları durumlarda görülüyor. Dolaşıklık daha sonra fotonlar birbirlerinden ayrıldığında bile devam ediyor. Bu da, bir foton değiştiğinde, çok uzak başka bir mekandaki diğer fotonun da aynı anda, aynı şekilde değişmesi anlamına geliyor.
Bir de bilimkurgunun hepimizin bildiği meşhur dizisi “Star Trek” var. Kaptan Ceymis Körk’ün yönetimindeki Atılgan uzay gemisi uzayda kurgusal “warp drive – warp sürüşü” tekniğini kullanarak ışıktan hızlı yol alıyor. İngilizce’de yamultarak, eğip bükerek sürmek anlamına gelen “warp drive” tekniğinde uzay gemisini hareket ettirmek için gereken enerji, kurguya göre madde – antimadde çarpıştırılması yoluyla elde ediliyor.
Bu şekilde üretilen enerji uzay gemisinin arkasında ve iki yanında yer alan dev silindirlere (warp coil’lere) gönderiliyor ve bir tür motor gibi çalışan bu silindirler vasıtasıyla dört boyutlu uzay – zaman bükülerek geminin etrafında bir warp bubble – warp kabarcığı oluşturuluyor. İçindeki yolcuları hızın etkilerinden de koruyan bu warp bubble sayesinde uzay – zaman’dan bağımsızlaşan gemi subspace’e – altuzaya- atlayarak ışıktan hızlı yolculuk yapıyor. Bu yolculukta ışık hızı yerine “warp faktör” deyimi kullanılıyor ve tıpkı ışık hızının limiti olduğu gibi burada da “warp faktör 10”, fiziksel olarak asla erişilemeyecek evrensel sınır olarak kabul ediliyor. Konunun hayalî yanı böyleyken, bilimsel bir yanı da var. Warp drive bilim insanlarınca da üzerinde düşünülen ve NASA’nın da yakından ilgilendiği bir FTL ( Faster Then Light – Işıktan Hızlı ) sürme yöntemi. Bu konu son zamanlarda giderek daha çok sayıda fizikçinin ilgisini çekmeye başlamış. Bu fizikçilerden biri olan Meksikalı Miguel Alcubierre’nin bir kuramı var ve bu kuram Star Trek’tekine de biraz benziyor. Alcubierre, uzay gemisini ışıktan hızlı sürmek için evrenin giderek artan bir hızla genişlemesine neden olarak gösterilen ve henüz mahiyeti iyice anlaşılmamış olan karanlık enerjinin kullanılmasını öneriyor.
Onun kuramına göre bu enerji kaynağı kullanılarak geminin etrafında bir warp kabarcığı oluşturulabilir ve bu warp kabarcığı, geminin arkasında kalan dört boyutlu uzay – zamanı genişletirken, önündeki uzay – zamanı büzer. Böylece gemi içinde bulunduğu dört boyutlu uzay – zaman vasıtasıyla evrenin bir noktasından bir başka noktasına ışıktan daha hızlı olarak taşınabilir. Warp Faktör deyimi burada da var, ancak hızın değil, dört boyutlu uzay – zamanın bükülme derecesi olarak kullanılıyor. Özetle bu hareketi metro ve hava alanlarındaki yürüyen bantların hareketlerine de benzetebiliriz, biz hareket etmediğimiz halde yürüyen bant biz gideceğimiz yere götürür. Günümüzün bilim dünyasında bu kuramın çok destekleyicisi bulunuyor ve benzeri başka kuramlar da gündeme getiriliyor. Uzay gemimiz Einstein’ın Özel Görecelik Kuramına göre evrende ışık hızından daha büyük bir hızla hareket edemez, buna karşılık geminin içinde bulunduğu dört boyutlu uzay – zaman alanının ışık hızından daha hızlı genleşmesi günümüzün fizik kuramlarına aykırı değildir. Nitekim, Büyük Patlama Kuramına göre evren, ilk evresinde ışık hızından daha büyük bir hızla genişlemiştir. Dolayısıyla bu yolla yapılacak yolculuklarda Rölativite – Görecelik kuramlarının etkileri rahatsız edici olmayacaktır. Zira Warp kabarcığı ışıktan çok hızla hareket ederken uzay gemimiz bu kabarcığın içinde ışık hızında hareket yapmayacaktır. Ancak böyle uzay gemileri yapmak şimdilerde hayal etmenin ötesine geçmiyor.
Konumuza dönelim: Işık hızına çok yakın hızlarda yol alabilecek, ancak çok hafif oldukları için büyük miktarda yakıt taşımaları gerekmeyecek insansız robot gemiler de yakın yıldızlara, oralardan bilgi göndermeleri amacıyla yollanabilir. Böyle araçları hareket ettirmek için iyon motorları da yeterli olacaktır. İyon motorlarında itici etki kimyasal ya da nükleer enerji yoluyla elde edilen sıcak ve basınçlı gazların aracın eksozlarından atılması yerine, elektrik yüklü parçacıkların (iyonların) elektromanyetik alanlar vasıtasıyla ivmelendirilerek büyük hızlarla atılması suretiyle elde edilmektedir. Burada da etki – tepki prensibi geçerlidir. Ancak bu tip motorlar büyük uzay gemileri için şimdilik verimli bir çözüm olarak görülmemektedirler.
Aslında, sırf keşif gezileri için insanların uzun yıllar sürecek uzay yolculuklarına çıkmaları bana hiç de mantıklı gelmiyor. Keşif gezileri için insanların yerine, gelişmiş robotlar kullanılmalıdır, bu takdirde büyük uzay araçlarına da gerek olmayacaktır. Uzun süreli yolculuklar için insanların uyutulması da gerekmeyecektir.
Aktarılan bütün bu izahatın ışığında belki de çözüm, yıldızlara gitmek için hız konusunda çok fazla ısrarcı olmamakta yatmaktadır. İleriki yüzyıllarda başka gezegenlerde koloni kurmak amacıyla gönderilmek üzere insanlı uzay gemileri inşa edilecekse, bunlar çok büyük miktarlarda yakıt taşıma zorluğunu bir ölçüde telafi etmek amacıyla örneğin ışık hızının % 10’ u kadar hız yapabilecek şekilde projelendirilebilirler. Bu takdirde yolculuk süreleri nesiller boyu süreceğinden, bir eksen etrafında döndürülmek suretiyle içlerinde yapay yerçekimi de oluşturulacak böyle araçların kendi yaşam destek sistemlerini taşıyacak ve besleyecek şekilde, belki tarlalarıyla, gölleriyle, devasa boyutlarda inşa edilmeleri gerekecektir. Herhalde gelecek yüzyıllarda yaşayacak olan insanlar, Dünya’nın yörüngesinde yapımı tamamlanan böyle birkaç bin kişilik dev uzay gemilerinin, etraflarında yaşanabilir gezegenleri olduğu tespit edilen yıldızlara doğru, bir daha geri dönmemek üzere birer birer ayrılmalarını televizyonlarından izlemenin hüzünlü mutluluğunu tadacaklardır.
Güneş sistemi zamanımızdan 5 milyar yıl kadar önce oluşmuştur. Bilim insanlarına göre Dünya üzerinde hayat 4 milyar yıl kadar önce tek hücreli canlılar şeklinde başlamıştır. İlk insan diyebileceğimiz canlı zamanımızdan 3 milyon yıl kadar önce Afrika’da yaşamış, insanlar 1,8 milyon yıl kadar önce buradan yürümeye başlayarak zamanla bütün dünyaya dağılmışlardır. Bilim insanlarına göre geçen 4 milyar yıl zarfında yaklaşık 30 milyar canlı türü gelmiş, geçmiştir. Bu 30 milyar canlı türünden 4 milyar yıl zarfında sadece insan türü uygarlık yaratabilecek zeka düzeyine evrimleşebilmiştir. Benim ilkgençlik yıllarımda Dünya üzerinde hayatın nasıl başladığı sorgulandığında DNA molekülünün tesadüfen oluşmasının ihtimal hesapları yapılırdı. Bugün bilimin vardığı düzeyde, bir yerde belli şartlar oluştuğunda orada hayatın başlayabileceğine inanılmaktadır. Örneğin birkaç milyar yıl önce şartların elverişli olduğu Mars gezegeninde bir zamanlar hayatın başlamış olabileceği düşünülmekte ve halen bu gezegenin yüzeyindeki robot araçlarla bu konuda araştırmalar yapılmaktadır. Bu meyanda daha ziyade tek hücreli olmak üzere basit canlılara Güneş sistemindeki diğer bazı gezegen ve uydularda rastlanması ihtimali de kuvvetli görülmektedir.
Güneş sistemimizin içinde yer aldığı Samanyolu Gökadasında her biri Güneşimizin benzeri yaklaşık 400 milyar yıldız yer almaktadır. Güneşimizin çevresinde 8 gezegen dönmektedir. Hayat ancak uygun gezegenler üzerinde var olabilir. Güneşlerin her birinin 3 gezegeni olduğunu var sayarsak Samanyolu Gökadasında yaklaşık 1200 milyar gezegenin bulunduğunu kabul etmek gerekir. Evrende de her biri yüz milyarlarca güneş barındıran yüz milyarlarca gökadada milyarlarca trilyon gezegen bulunuyor olmalıdır.
Yaklaşık altmış yıldan beri evreni radyoteleskoplarla dinliyoruz, şu ana kadar bizim dışımızda başka bir uygarlığın işaretine rastlanamamıştır. Öyle anlaşılıyor ki zeka evrende çok nadir olarak karşılaşılabilecek bir olgudur. Aksi takdirde evrenin Büyük Patlama ile başlangıcından beri geçen 13,7 milyar yıl zarfında zekanın gelişip her yerde karşımıza çıkmış olması gerekirdi. Ancak bunu görmüyoruz. Eğer böyle ise insanın dolayısıyla Dünya’nın evrende çok önemli bir yeri ve anlamı var demektir.
Buna karşılık Dünya’yı, dolayısıyla insanlığı önümüzdeki zamanlarda çok büyük tehlikeler beklemektedir: İnsanlık topyekün bir nükleer savaşa girişebilir ve Dünya on binlerce yıl için radyoaktivite kirletilmek suretiyle ile çok büyük bir yok oluş yaşanabilir, çok büyük bir göktaşı veya kuyrukluyıldız, yıldızlar arasında dolaşan avare bir gezegen Dünya’ya çarpabilir, Güneş sistemine girecek olan bir karadelik Dünya’mızı yutabilir, yakın yıldızlardan biri süpernova halinde patlayabilir, bu yıldızdan yayılan öldürücü radyasyon Dünyadaki hayatı yok edebilir, Dünya’mızda ve Güneş’imizde öngöremediğimiz büyük yapısal değişikliler meydana gelebilir. Böyle tehlikelerle karşılaştığımızda yapabileceğimiz hiçbir şey bulunmamaktadır. Irkımızın evrenden silinmesi tehlikesine karşı mutlaka yapılması gereken şey; mümkün olduğunca çabuk, yakınımızda yaşanabilir başka dünyalar bulmak ve oralarda insan kolonileri kurmaktır. Dünya’nın başına gelmesi muhtemel bir felakete karşı alınabilecek tedbirler meyanında bugünlerde 6.7 milyar canlı türüne ait sperm, yumurta ve tohumların dondurularak Ay’a götürülüp orada saklanması için NASA’da çalışmalar yapılmaktadır.
Dünya’mızın başına bir felaket gelmeden önce yakın dünyalarda sürekli yaşanabilir koloniler kurmaya muvaffak olduğumuz takdirde artık insanlığa yıldızların yolu açılacak ve ırkımız önümüzdeki on binlerce yıl zarfında Samanyolu Gökadasındaki 400 milyar yıldızın gezegenlerine dağılacak, oralarda evrimleşerek yeni türlere dönüşecek ve artık kâinatın fatihleri olacaklardır.
NOTLAR:
Not (1) Halen böyle uzay araçlarını hareket ettiren motorlar genel olarak kimyasal enerjiyi ısı ve kinetik enerjiye çevirmek amacıyla kullanılmaktadırlar. Bu araçların depolarında taşıdıkları yakıcı ve yanıcı maddeler motorların yanma odalarında tutuşturulmakta ve bu suretle ortaya çıkan büyük miktarda ısı enerjisi, yanma artığı maddelere kinetik enerji kazandırarak onların gaz halinde, aracın arkasından uzaya püskürmesini sağlamaktadır. Uzay aracının eksozundan atılan madde kütleleri, ilk olarak bilim adamı Newton tarafından tanımlanan “etki – tepki” prensibine göre araca aksi yönde ivme kazandırmaktadır. Araca kazandırılan ivmenin büyüklüğü; eksozdan atılan maddenin kütlesinin ve hızının çarpımı ile doğru orantılıdır. Geleneksel roket motorlarında söz konusu kütlenin miktarı büyük, hızı küçüktür, buna karşılık atomik parçacıkların hızlandırıldığı iyon motorlarında bu parçacıkların kütleleri çok küçük, hızları ise çok büyüktür. Yeri gelmişken ekleyelim: Kimilerinin zannettikleri gibi, jet uçakları eksoz gazlarının arkalarındaki havayı itmesi suretiyle hareket etmezler, etki – tepki prensibine göre hareket ederler. Zira dedikleri gibi olsaydı roketler boş uzayda yol alamazlardı.
Not (2) Charles Messier, 1730 ile 1817 yılları arasında yaşamış olan Fransız astronomudur. 1774 yılında, gökyüzündeki 45 adet bulutsuyu ve yıldız kümesini numaralandırarak halen kendi adıyla anılan kataloğu hazırlamıştır. Bu katalogda M 31 olarak yer alan Andromeda gökadası, çok karanlık bir gecede, bulutsuz bir gökyüzünde Andromeda takım yıldızı hudutları içinde çıplak gözle dolunay çapında silik bir obje olarak görülür. Bu gökada yapılan gözlemlere göre yaklaşık olarak 1 trilyon yıldızdan, gaz ve toz bulutlarıyla çok miktarda karanlık maddeden oluşmuştur. Gençlik yıllarımda bu gökadaya teleskopla bakmak meraklı olduğum konulardan biri idi, karanlık bir gökyüzünde her seferinde zorlukla bulabildiğim Andromeda, küçük teleskobumda merkezi nispeten parlak, sisli bir leke olarak görülürdü.
Samanyolu gökadasıyla Andromeda gökadası birbirlerine saniyede yüzlerce kilometre hızlarla yaklaşmaktadırlar, birkaç milyar yıl sonra, dört boyutlu uzay – zamanda kendi kazdıkları kuyuya düşerek çarpışacaklar ve bu çarpışma sonunda dev bir gökada ortaya çıkacaktır.
Not (3 Einstein’ın Özel Görecelik Kuramı dikkate alınmadan atomik parçacık hızlandırıcıları yapılamamaktadır. Böyle cihazlarda prensip olarak, ( – ) elektrik yüklü elektronlar ya da ( + ) elektrik yüklü protonlar, yine elektrik yüklü levhaların ortasındaki deliklerden geçirilmek suretiyle hızlandırılırlar. Bilindiği gibi aynı cins elektrik yükleri birbirlerini iterler, zıt elektrik yükleri birbirlerini çekerler. Bu levhaların elektrik yükleri, hızlandırılacak parçacığın levhalara olan konumuna bağlı olarak ( + ) ya da ( – ) şeklinde sürekli biçimde değiştirilir. Örneğin elektron hızlandırıcısında manyetik alanlar yardımıyla yönlendirilen elektronlar bu levhalardan birine yaklaşırken, levha ( + ) olarak elektriklenir ve bu suretle ( – ) yüklü elektronları kendisine doğru çeker, elektronlar kazandığı ivme ile levhanın ortasındaki delikten geçer geçmez levhayı ( – ) yükle elektriklersiniz, bu sefer levhanın, kendisini o anda geçmiş olan elektronları itmesi suretiyle onlara biraz daha hız kazandırırsınız. Bu işlem yüzbinlerce defa tekrar ettirilir. Elektronları, içinde böyle çok sayıda levhanın yer aldığı simit ( torus ) şeklindeki kapalı bir yapıda defalarca döndürüp yeterli büyüklükteki hızlara ulaştırdığınızda yine manyetik alanların yardımıyla onları bir delikten, torusun dışına çıkartıp bir hedefe yönlendirerek istediğiniz amaca göre kullanırsınız, örneğin X ışınları oluşturursunuz. Elektronlarla çalışılan böyle hızlandırıcılara “betatron” adı verilmektedir. Proton hızlandırıcıları da aynı prensiplere göre çalışırlar ki bu tür cihazlara da “siklotron” adı verilir. Parça hızlandırıcıları torus şeklinde olabileceği gibi uzun, lineer yapılar şeklinde de olabilmektedirler.
Özellikle, elektronlara nazaran çok daha büyük kütleli protonlarla çalışılan siklotronlarda, bu parçacıkların göreceli ( rölativistik ) hızlar dediğimiz ışık hızına yakın hızlarda kazandıkları enerji onların kütlelerinin artmasına ve bizimkinden farklı, kendilerine özgü bir zaman yaşamalarına da sebep olur. Levhaların elektrik yüklerini ayarlama zamanlaması bu faktörler dikkate alınarak yapılmak zorundadır, aksi takdirde hızlandırıcıyı çalıştıramazsınız. Bu olgulardan yola çıkılarak yapılan parçacık hızlandırıcılarına da sinkrosiklotron ( synchrosyclotron – eş zamanlandırılmış siklotron ) adı verilmektedir.
Halen dünyanın en güçlü parça hızlandırıcısı İsviçre’de, CERN olarak anılan milletlerarası bilimsel kuruluşun tesislerinde yer almakta olup toprağın 100 metre altında inşa edilmiş olan yaklaşık 27 kilometre uzunluğunda simit şeklinde bir yapıdır. Burada hedef sabit değildir, parçacıklar ters yönlerde çok yüksek enerjilerle hızlandırılırlar ve istenilen hıza ulaştırıldıklarında birbirleri ile çarpıştırılırlar.
Adı geçen tesisteki LHC (Large Hadron Collider) yani Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda protonlar 7 TeV gücünde elektrik alanlarıyla karşılıklı olarak hızlandırılırlar ve birbirlerine toplam 14 TeV enerjiyle vurdurulurlar.
1 TeV (Tera elektron volt ); 1 trilyon elektron volttur ve 1 elektron volt; 1 voltluk potansiyel farkıyla yaratılmış elektrik alanı içinde bir elektronun hızlanmasından kazanacağı kinetik enerji miktarıdır.
Atom fiziğinde; atomu oluşturan parçacıklar Leptonlar ve Hadronlar olarak başlıca iki grup altında sınıflandırılırlar. Elektronlar Lepton, proton ve nötronlar ise Hadron sınıfındandırlar. LHC’de protonlar hızlandırılacağı için sisteme bu isim verilmiştir. LHC’nin yardımıyla, evrenin Büyük Patlama’yı takip eden ilk milyarda bir saniyesindeki şartları oluşturarak, kuramsal fiziğin sorularına cevap aranmaktadır.
Atomik parçacık hızlandırıcıları hakkında buraya kadar işin prensiplerinden bahsettik, aslında söz konusu cihazlar yüksek teknoloji ürünü çok karmaşık yapılardır. Hızlandırılmış parçacıkları sanayi ve sağlıkla ilgili maddeleri üretmek maksadıyla bazı maddelerin atom yapılarını değiştirmek için mermi gibi kullanırız, ancak LHC gibi yüksek takatlı büyük tesislerde asıl amaç yukarıda da ifade ettiğimiz gibi atom çekirdeklerinin derinliklerine nüfuz ederek parçacık fiziği kuramlarını sınamaktır.
Not (4) Buraya konumuzla ilgili bir alıntı yapalım: Bilimkurgu romanları meraklıları yazar Douglas Adams’ın “Otostopçunun Galaksi Rehberi“ isimli romanını biliriz, 2005 yılında sinemalarda filmi de gösterilmişti. Bu romanda, Dünya’ya uzaydan devasa yıldız gemileri gelir ve her biri bir büyük şehrin üzerinde dururlar, insanlar her yerde aynı anda şu mesajı işitirler: “Yerküre halkı, lütfen dikkat, ben Galaktik Hiperuzay Planlama Konseyi’nden Prostetnik Vogon Jeltz, hiç şüphesiz fark edeceğiniz gibi Galaksi’nin merkez dışı bölgelerine ait kalkınma planları yıldız sisteminizden geçen hiperuzaysal bir ekspres yolun inşa edilmesini zorunlu kılıyor ve maalesef gezegeniniz yıkılacaklar listesinde yer alıyor. İşlem iki yerküre dakikasından biraz daha kısa sürecektir. Teşekkürler.” Korkunç bir sessizlik olur, korkunç bir gürültü olur ve tekrar korkunç bir sessizlik olur, Dünya evrenden silinir. İşlerini bitiren Vogon İnşaat Filosu gemileri mürekkep karası yıldızlı boşluğun içlerine doğru kayarak uzaklaşırlar.
( Yurdaer Aksoy / THY Emekli Uçak BAKIM Başkanı)
Yurdaer Bey, çok kapsamlı bir yazı hazırlamışsınız; istifade ettim. Emeklerinize sağlık. Teşekkürler
Güzel bir yazı.Alfa Centauri den vurmak, zayıflık, adaletsizlik, haksızlık ve komik olur.Yazarına teşekkür ederim.
Sayın Ahmet bey, benim kullandığım Alfa Kentauri tabiri , Yunanca / Latince ifade olan Alpha Centauri’nin Türkçesidir. Siz neden bunun İngilizce’sini kullanıyor sunuz ? İngilizcesinden bize ne. Herhalde aynı mantıkla Troya’ya Truva, Iulius Caesar’a, Jül Sezar diyor olmalısınız.Romalılar ise konuşurken Yulyus Keyzar şeklinde telaffuz ederlerdi. Doğrusu da budur. Bunları lise çağında 3 yıl Latince tahsil etmiş biri sıfatıyla yazıyorum, iyi günler dilerim. Yurdaer İhsan Aksoy
Sayın editör,”Alfa Kentauri” olmayacak, “Alfa Centauri” olmalı. Zaten İnglizce okunuşu da “sentauri” şeklindedir. Düzeltmenizi rica ediyorum. Saygılar.