featured

KOLTUK SEVDASI VE "TAVŞAN KAÇ TAZI TUT" SİSTEMİ

Bu haftaki konuma geçmeden önce, bazı okurlarıma biraz serzenişte bulunmak istiyorum. Bana her zaman THY ve Sendika dışında, havacılıkla ilgili daha farklı konuları dile getirin diyen okurlarım, kişisel bloğum olan sefainan.com’da yayınladığım ve hiç bir yerde yayınlanmamış yerli ve yabancı havacılık haberlerini okuyorlar mı? Her hafta onlarca haber yayınlıyorum. Haksızlık etmeyin lütfen.“Bakın ve öyle eleştirin!” diyerek, konuma geçiyorum.

Her ne kadar, Sayın Başbakanımızın politikalarını benimsemesem de, AKP’nin Tüzük yapılanmasını beğendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. Bu nedenle, Başbakanın; meslek körlüğünü açıklarken; “bir kişinin, aynı görevde uzun süre kalmasının ardından, o görevi artık gerektiği gibi yönetemeyeceği” düşüncesine yürekten katılıyorum.
Yukarıdaki bu sözler, “MESLEK KÖRLÜĞÜ” konulu köşe yazımdan alınmıştır. Bu yazıdaki anlatımım şu anda milletvekilleri ve bakanlar arasında en çok konuşulan bir konudur. Sektörel konulara yönelik yazdığımdan, konuyu tabii ki, Ulaştırma, Habercilik ve Denizcilik Bakanımız Binali Yıldırım’a getirmeden önce, bu meslek körlüğüne takılan sendika, spor kulübü, dernek, vakıf, parti, meslek odası, baro, apartman yöneticisi, muhtar, belediye başkanı, yani kısaca tüm seçimle gelinen makam ve koltuklarda oturanlara getirmek gerekiyor.
Makam ve koltuk; gerçekten, kolay kolay bırakılacak şeyler değildir. Buralardan kendi isteği doğrultusunda ayrılan kişiler, bir elin parmağını geçmeyecek kadar azınlıktadır. Çünkü; makam demek, en azından; “güç” demektir, “saygınlık” demektir, “para” demektir, “statü” demektir. Makamı bıraktığınızda, kimse yüzünüze bakmaz; selam sabah kesilir ve bir anda unutulursunuz. SHGM eski genel müdürü Ali Arıduru örneğini unutmayalım. Onu yere göğe sığdıramayanlar ve şerefine okul yaptırma sözü verenler, arada sırada halini hatırını soruyorlar mıdır dersiniz? Gerçekten, TÖSHİD’in Ali Arıduru adına okul yaptırma sözü ne oldu?
İşte bu nedenlerle; bu kadar büyük avantajları bir anda bırakıp, sine-i millete dönmek gerçekten zordur.
Bu tür makamlardan ayrılmak istediğinizde, size en çok “aman efendim, yaman efendim sizden başkası bu işi yapamaz, bizi bırakmayın” diyenler, bu makamdan en çok nemalananlardır. Örneğin; bir başkan değiştiğinde, oradan nemalananlar, çalışanlar avukatlar, şoförler, bürokratlar… kısaca çaycısına ve odacısına kadar hepsi etkilenirler ve sizin koltuğunuzu bırakmamanız için var güçleri ile yanınızda yer alırlar. Çünkü, onlar gölgede yaşamayı severler. Makamından ayrılandan çok onlar üzülür. Hatta, daha da ileri gideyim ve değil başkaları veya yandaşları, aile bireyleri bile; “aman ne yaparsan yap, o mevkide kalmaya çalış! “diyerek, insanın başının etini yerler.
Hepimizin bildiği bu gerçekleri bırakıp, makam sahibi kişiye dönelim. Bir makamda çok uzun süre kalmanın, topluma yararından çok zararı vardır. Tek adamlık hevesi, bağımsız hareket etme arzusu, bulunduğu makamı kendi malıymış gibi sahiplenerek, tutum ve davranışlarda görülecek olan kişiselleşmeler, sürekli aynı işi yapmanın verdiği uyuşukluk, makam kullanılarak, zaman içinde oluşan bir takım ticari oluşumlar ve mesleki körlük sanırım savunulamaz.
Bu nedenle, her kim olursa olsun, uzun süre aynı makamda kalması yukarıdaki nedenlerden ötürü son derece sakıncalıdır. Şimdi birileri, Sefa bey, siz de 20 sene dernek başkanlığı yaptınız, bu normal miydi? diye sormadan, hemen yanıtlayayım.
Ben bu 20 sene içerisinde, iki kez istifa ettim. Tüzüğümüz o zaman tek dereceli başkanlık (yani; yönetim kurulunun ayrı, başkanın ayrı seçilmesi) sistemini desteklediğinden istifam sonrası olağanüstü genel kurula gidilerek tekrar başkanlığa getirildim. Kısaca; iki kez istifa etmesine karşın, bir başkan, üyeler tarafından, yapılan olağanüstü genel kurul ile yeniden göreve getiriliyorsa, o kişi başkanlıkta kalmak için diretmemiş demektir. Sonuç olarak, 2006 senesinde THY’den ayrılışımı da bahane ederek başkanlıktan kendi arzumla ayrılırken, yine genel kurulumuzda üyelerimiz, camiamızdan ayrılmamı onaylamak istememiş, oybirliği ile yetki ve sorumluluğu bulunmayan ancak manevi değeri çok yüksek onursal başkanlık vererek onore etmişlerdir.
Şimdi de gelelim, AKP tüzüğüne… Tüzük gereği; “3, dönem belediye başkanlığı veya milletvekilliği (bakanlar da bu kategoride değerlendirilir…) yapanlar, bir dönem ara vermeden aynı makamlara getirilmeyecek” denmiş. Sonra bir yumuşama getirilerek, 3. dönemi dolduran milletvekilinin, belediye başkanı olabilmesinin önü açılırken,3 dönem belediye başkanlığı yapmış olanların ise, milletvekili olabilmelerine olanak sağlanmış. Bence bunlara bile gerek yoktu. Ülkemizde o makamları dolduracak başka bireyler yoksa, bu iş zaten bitmiş demektir.
Karar böyle olunca; Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanımız, ilk genel seçimde milletvekili olamayacak. Peki, o halde belediye başkanı olur diyenleriniz olacaktır. Bence Belediye başkanı da olamaz. Bu zorluk, seçilip, seçilememe ile ilgili değil.
Siyaseti yakından takip edenler bilirler ki, belediye başkanı olunduğunda milletvekilliğiniz düşecektir. Milletvekilliğinizin düşmesi, o partinin sandalye sayısı, yani TBMM’deki oy sayısı da düşmüş demektir. Belediye seçimlerinden sonra, genel seçimlere yaklaşık 14,5 ay kala, eksik sandalye, yani eksik oyla iktidara devam etmek, hele, hele bir çok yasanın beklediği,  Anayasa değişikliği ve başkanlık sisteminin hala istek aşamasında olduğu bir zamanda iktidar partisi için pek akıllıca olmaz.
Bu nedenle, Binali Yıldırım ve aynı pozisyonda olan bir çok AKP’li milletvekili ve bakanın, belediye başkanlığına aday gösterilebilmesi ve olası bir kazanımda milletvekilliklerinin düşmesini göze alamaz. Düşünsenize, Bülent Arınç-Ali Babacan-Faruk Çelik, Sadullah Ergin-Egemen Bağış-Binali Yıldırım. Vb… Bunların hepsi, tüzük gereği en azından bir dönem pasif duruma geçecek.
Daha sonra mı?  “Gözden ırak olan, gönülden de ırak kalırmış” atasözümüz doğru çıkarsa, siyasi hayatları bitti demektir. Çünkü bizler, anında “kral öldü, yaşasın yeni kral” deyiveririz.
Bu olasılıkları düşünen ve koskoca üç dönem milletvekilliği veya bakanlık yapmalarını yeterli görmeyen bazı AKP milletvekillerinin, çift meclis; yani Senato uygulamasını, yeni Anayasaya monte etme arzuları var. Kısaca; biz bırakmak istemiyoruz. Buraları sevdik demek istiyorlar.  Buna karşılık ise, Başbakan; Türkiye’nin zengin insan kaynağı olduğunu ve kimsenin vazgeçilmez olmadığını söylüyor.  Zaman ilerledikçe bu konuda taviz verilecek mi birlikte göreceğiz.
Kimse vazgeçilmez değildir ve birileri bir işi çok iyi yapmış olsa bile, diğer kişilere şans verilmemesi yanlıştır. Aksi takdirde, ömür boyu kimse koltuğundan kalkmaz ve koltuklarının üstünde ölürler. Çünkü; biz Türklerde istifa etme veya çekilme kültürü yoktur.
Benim anlayamadığım, bir bakanı överken, abartıya kaçmak.  Koalisyon hükümetlerinde birkaç yıl görev yapabilen bir bakanla, tek parti iktidarında 12 sene aralıksız bakanlık yapmış birini aynı kefeye koyup değerlendirmeye sokmak absürt bir karşılaştırma olur.
Aslına bakacak olursanız,  Herkes kendinin başarılı olduğunu sanır. Hâlbuki, başarı göreceli bir kavramdır. Genelde bu tür bir soruya karşı, kime göre başarılı sorusu sorulabilir. Ben Binali beyin denizcilik ve haberleşme dallarında ne yaptığını çok iyi bilemem ama, bir havacı olarak 12 senelik tek parti hükümetinde, daha çok alt yapısal sorunlarla ilgili çalışmalar yapıp bunlara çözüm bulabilmesi gerekirdi diye düşünenlerdenim. Bırakalım alt yapıyı, görünen yerlere baktığımızda bile, en azından, bu dönem içerisinde onlarca kapanan şirketlerin yanı sıra yerlerine, en az 4-5 senedir yeni açılan bir havayolu şirketimizin bile olmadığını ve ülkenin yabancı pilot istilasına uğradığını gözlemleyebiliriz. Bu arada ben hala yeni havalimanının yapılacağı konumu içime sindirmiş değilim. Sonuçta başbakan ne derse o oluyor. Emir demiri de bilimselliği de kesiveriyor.
Milli havayolumuz THY ise; zaten Maliye Bakanlığı Özelleştirme Dairesine bağlı olup, politikası, direk hükümet üyeleri ve Başbakan tarafından çiziliyor. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile milli havayolumuzun bağlantısı, sadece belirli mevzuatlarla sınırlı.
Şimdi burada, aslında yapılması gerekip de yapılmayanları sıralarsam, bu yazı bitmez. Gönül isterdi ki, Bakanımızla 2006 yılında bir uçak yolculuğunda yaptığımız sohbet içerikli sektörel tartışmayı, keşke karşılıklı olarak tekrar yine yapabilsek.
Bazılarımız havacılığımıza yüzeysel bakıp; iyi veya kötü diye ahkâm kesebilirler. Ben bunu ikinci el bir araba almak isteyen bazı iş bilmez alıcıların, aracın sadece boyası ile ilgilenerek çarpık, çurpuk bir araba değilse, almaya karar vermeleri gibi görüyorum. Yani sadece arabanın boyası ve dış görünümü bazılarımızca yeterli olabiliyor. Ancak, işi bilenler; ikinci el araba alımlarında, boyadan çok, motorunu kontrol ettirmekle kalmayıp, kaza geçirip geçirmediğini ve yürüyen aksamlarını da kontrol ettirirler. İşte yapılması gereken kontrol, sadece boya ve görünüm olmamalı daha önemli ve ilerde büyük sorunlar çıkartabilecek motor ve yürüyen akşamlar, gözden kaçırılmamalıdır. Bu nedenle, ben bir havacı ve teknik bir eleman olarak, boyanın ve kaportanın düzgün görünmesine rağmen, motor ve yürüyen akşamlarda yetersizlik gördüm.
Sanırım mesajlar ilgili yerlere ulaşmıştır. Yukarıda saydığım nedenlerle mevcut sendika yönetiminin de 24 sene gibi inanılmaz bir süre sonucunda mutlaka değişmesi gerekiyor. Ancak; görülen odur ki, sendika ve dernek seçimleri gibi işçinin kendi özgür iradesi ile oy kullanıp yönetimini seçmesi gerekirken, işverenin bu konuya el atması kadar yanlış olamaz. Kulağıma gelenlerin doğru olmadığına inanmak istiyorum. “Sandıkla gelenler, sandıkla giderler” tezini savunanlar sandığa etki edecek tutum ve davranışlardan uzak olmalılar. Bazı listeye girenleri veya girmek isteyenleri tehdit etmek, listelerden çıkarttırmak yakışık almayacağı gibi etik ve dürüst bir yaklaşım olmaz. Gökkuşağı grubundan bir arkadaşın,listeden çıktığını Airporthaber’den okudum. Bir anda bu çekilme bana işveren tehditi gibi geldi. Umarım yanlış bilgidir.
İşverenler her zaman sendika seçimlerinde pasif kalması gereken taraftırlar. Ancak yukarıda yazdığım bazı gelişmeler gerçekten yaşanıyorsa, yeni yapılacak seçimlerde üyenin özgür iradesinin sandığa yansıması engellenecek demektir.
Durum böyleyse;
En iyisi işveren aday belirlesin ve seçtirsin. Ne fark eder ki, taşeron bir yönetim seçip, birde onu aidatlarımızla besleyeceğinize, işverence seçilen adayı Toplu iş sözleşmelerinde bir sendika başkanı koltuğuna bir işveren koltuğuna oturtturalım. Bu kişi, kendi kendine konuşup, kendi kendiyle tartışsın ve her iki taraf için yani sendika ve işveren adına imzaları tek başına atıversin:) İstenen bu olsa gerek.
Kısaca; bu işten çok kötü kokular yayılmakta. Ancak unutmamak gerekir ki, toplum psikolojisi farklıdır. Kimi överseniz, o kaybeder. Kime vurursanız, o kazanır. Bu bir toplum psikolojisi teoremidir. Bu nedenle; hiçbir sendika aday grubunu desteklediğimi söylemedim, söylemem de.
Belki de işveren, mevcut sendika yönetimini destekliyordur kim bilir? Nasıl olsa alıştılar; birbirlerine “Tavşana kaç, tazıya tut!” yapar geçinir giderler.
NOT/ PİLOTLARIMIZI UNUTMAYALIM. Yazı tarihim olarak 45. GÜNE GİRİLDİ.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir