featured

Hormonlu havacılık

1 Haziran 2009 günü öğlen saat 12 sıralarında cep telefonum çaldı. Arayan; Airporthaber Genel Yayın Koordinatörümüz Ali Kıdık idi. “- Ağabey, Air France’nin bir uçağı radardan kaybolmuş, acele TV’ye gelebilir misin?” dedi.
“- Tabii ki hemen gelirim, Ali Bey!” dedim ve TV’ye doğru yola koyuldum. Bu arada; aynı anda ve yolda iken birçok TV ve radyo kanalı ile telefon trafiğim de başladı. 
Arayanlar öncelikle; radardan kaybolmanın ne anlama geldiğini soruyorlardı. Ancak, ben ne kaybolan uçak hakkında, ne de kazanın oluşumu hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. “Radardan kaybolmanın” havacılıkta “düşme” olarak anlaşılması gerektiğini söyleyerek, işi idare etmeye çalıştım. 
                                                               ***
AirportTV’de, Haber Müdürü Murat Herdem bana olan biteni anlattığında, o yükseklikte her şey normal iken, bir anda uçağın radardan kaybolması, aklıma bir sabotaj olma olasılığını getiriyordu. 
Sonra gelen duyumlarda; doğa koşulları, elektrik arızası gibi alternatifler sıralandı. Bu arada yine bir kaç kanalın beni canlı yayına alma önerilerine; bu söyleşinin AirportTV stüdyolarında canlı yapılması kaydıyla, evet diyerek ortak yayına geçtik.
Kısacası, kazanın ilk duyulduğu sıralarda günüm böyle şekilleniyordu, evet ne yazık ki yine bir havacılık kazası olmuştu ve yine gerçeklerden tutun, spekülatif haberlere kadar birçok konu ile karşı karşıya kalacaktık. Uçağın kara kutusu bulunmadan yapılan tahminler,yorumlar malumunuz olduğu üzere senaryodan ibarettir.
Ancak, kazanın oluşumu hakkında doğru yorum yapabilmek için; uçağın ACARS (Aircraft Communications Addressing and Reporting Systems)’den otomatik atılan mesajlardaki bilgilere ulaşmak gerekiyordu. Fransız yetkililerinin,  bu mesajlardan sadece bir tanesini kamuoyuyla paylaşması, diğerlerinden sözetmemesi (!) nedeniyle, bu verilerle iddialı bir yorum yapılamayacağından, kaza konusunu erteleyerek, bu hafta daha genel bir konuya yer vermek istedim.
Bir an, “ilerleyen teknolojiye karşın, hala uçaklar neden düşüyor?” diye düşündüm. Acaba gökyüzü ve sakinleri, bizim bu koca gövdeli, gürültülü çelik kuşlarımızı istemiyorlar mıydı?
Kuşların yaşam alanı olan bu kulvarlarda hareket etmemizi, tabiat ana istemiyor muydu yoksa?  Bu yazdıklarım doğal ki, fantezi ve asıl konuya bir giriş olarak kabul edin! İşin aslında biraz da bu boyutu yok değil… Daha uzağa, daha çabuk ve daha çok yolcu, kargo taşıyacağız diye, inanılmaz yoğunlukta bir çaba gösteriliyor. Her geçen gün uçak istemi artıyor ve gökyüzüne sürekli yeni çelik kuşlar salıyoruz…Uzayı bile bir çöplüğe çevirdiğimiz bir gerçek değil mi? (Şimdilik 12000 adet uydu..!)
1632 yılında bizim Hezarfen Ahmet Çelebi’nin, 1804 yılında uçağın temel ilkelerini ortaya koyan George Cayley’in ve daha birçoklarının ardından geçen onca yılda, hala uçmayı öğrenebildiğimiz kuşkulu. Oysa, kuşlar uçmayı doğar doğmaz öğreniyorlar.
Gökyüzü, kuşlara gösterdiği cömertliği, biz insanoğluna neden göstermiyor? Bizim müthiş teknolojimiz, doğa koşullarına hala neden yenik düşüyor? 
Her kazanın sonunda, ders alınmasını ve hataların ve eksikliklerin giderilmesine olanak sağlayan Karakutu’lara karşın, nedense hala birçok eksikler bulunuyor. Uçak yapımcısı firmalar, bu konunun üstüne giderek, yaptıkları uçakların güvenlik açıklarını, gerçekleştirilen modifikasyonlar ile kapatıyorlar ama, yine de kazalar oluyor ve her kaza sonucunda bir başka sorun ve bir başka eksiklikle boğuşuyoruz?
Daha geçenlerde, THY’nin Amsterdam kazasında; Boeing masaya yatırılmış, güvenirliliği tartışılmıştı. Tam da Airbuslar’ın daha güvenli olduğu hissi doğmuşken, Airbus ailesinin en yeni ve en modern bireylerinden biri olan                A-330’lar, şimdi de gövde-yapı güçlülüğü bakımından boeing’le tartışılır olacak. Bekleyip göreceğiz.
Bizler bu  (kısır) tartışmaları sürdürürken, içinde bu kaza ile ilgili tüm bilgileri saklayan Karakutu’daki gerçekler, okyanusun binlerce metre derinliğinde ve karakutunun ağzı olsa, bize belki de gülerek; yaptığımız değerlendirmeler için; “…ne ilgisi var? Ben o nedenlerden ötürü düşmedim ki..!” diyordur. 
Sonuç olarak; belki de deniz içinde en fazla 6100 metre dipten sinyal yollama özelliği olan Karakutu’yu, hatta uçağı bulamadık diyecekler ve kazanın nedeni, bizlerin ürettiği senaryolardan öteye gidemiyecek.

Öte yandan; “iyi hoş da, bu Karakutu neden suyun üstünde durup, kolayca bulabilmemizi sağlamaz ki? Okyanusun altında yer değiştirmemesi sağlanamaz mı, şimdi okyanusun derinliklerine nasıl dalıp da onu oralardan çıkartacağız kardeşim?” diyenlerimiz mutlaka vardır. 
Belki de Karakutu’yu yapan firmalar, yakında suyun üstünde de durabilen kara kutular yapacaktır. Bu kez de bu eksiklikler giderilirken, ilerde mutlaka başka bir eksiklik daha ortaya çıkacak, bizler onu çözmeye yoğunlaşmışken, bir başka sorunla yine baş başa kalacağız ve bu böyle sürüp gidecek gibi görünüyor.

Kim ne derse desin, insanoğlu havacılıkta hala yeterli değil. 
Milyar dolarlık projeler ve onun ürünü olan uçaklar, bu teknolojik gelişim ve bu bilim çağında, hala anlaşılamayan nedenlerle düşebiliyor ve hala günlerce bulunamıyorsa, daha alınacak çok yolumuz var demektir.
Geçtiğimiz günlerde gittiğim bir alışveriş merkezinin raflarında “organik” yazan etiketlere rastladım. Bu nedir? diye sorduğumda, reyon sorumlusu bana,  o gıda maddesinin hormon içermeyip tamamen doğal koşullar ile üretildiğinden sözetti ve fiyatının bu nedenle diğerine göre daha pahalı olmasının normal karşılanması gerektiğini söyledi. Demek ki artık hayatımız; organik mi? yoksa, hormonlu mu? tartışmaları eşliğinde sürüp gidecek gibi görünüyor. Bir an düşündüm de, acaba bu organik ve hormonlu gıdalara alışan bizler, sivil havacılığımızın artan insan kaynakları sorununu aynı tarım ürünlerindeki gibi arz/talep dengeleri içersinde hormonlu mu, yoksa organik mi çözmeye çalışacağız. 
Neden olmasın ki; düşünsenize, arz/talep dengesinin önemli ve her şeyin para olduğu bir dünyada, temininde güçlük çekilen elemanları, zamana yayarak kaliteli ve sindire, sindire eğitim vermek yerine, hızlı bir şekilde yetiştirerek eleman boşluğunu karşılama yoluna gitmeye çalışmıyor muyuz?

Ulaştırma Bakanımız Binali Yıldırım Bey, gerçekten sivil havacılığımızın önünü açtı, bu bir gerçek. Ancak, pıtrak gibi her gün ortaya çıkan, alt yapıları tartışılır şirketlerin yanı sıra; sivil havacılığımızın var oluşundan bu yana var olan ve günümüzde de varlığını sürdüren birçok alt yapısal sorunlar, artan hava trafiği ve artan yolcu sayısı karşısında bocalamıyor mu sizce de?  Camın bir tarafından bakıldığında yetkililerin gördüğü iyi tabloyu, ben diğer taraftan baktığımda neden göremiyorum acaba?

Sivil havacılığımız,(her nedense) sektörün üst düzeyiyle sıkça toplantılar yapıyor ve onları dinlemeyi uygun görüyor. Mutfakta çalışanlar; dertlerini ve kendilerine göre sistemden kaynaklanan sorunlarını konuşamıyorlar ve en azından onlara fikirlerini soran bile yok. Havacılığın mutfağında çalışan, lisansları, bilgileri ve emekleriyle uçuş emniyeti ve güvenliğini sağlayan bu insanların adının önünde; Md, Başkan, Genel Müdür Yardımcısı, Genel Müdür, Yönetim kurulu başkanı gibi etiketleri olmadığından mı önemsenmiyorlar acaba? Halbuki her şeyi bilen kara
Kutu onlar. Onların açılıp deşifre edilmesi gerekiyor.

Her hangi bir şirketimizin üst düzey yöneticisine, devlet erkânı sorsun bakalım; “- … bey nasılsınız, işler nasıl, memnun musunuz, size yetebiliyor muyuz?” 
“- Sağ olun efendim, sizlerin ve sayın bakanımızın sayesinde, havacılığımız çok iyi yerlerde, Allah başımızdan eksik etmesin, ufak tefek sorunlarımız var ama size daha sonra arz ederim efendim”. 
“-Teşekkürler… Bey, her zaman kapımız size açık bilesiniz.”

Gülmeyin sakın! Ben de olsam ve ticari yaşantım bu sözcüklere bağlı olsa, ben de aynısını söylerdim belki de. Kral çıplak desen ne olacak ki; Toplantı sonrasında iki devlet erkanı aralarında konuşarak; “Ya’ bu adam var ya azizim, hiçbir şeyden memnun olmuyor, gerçeklerin farkında değil, her gün sorunlar getiriyor, gelişmelerimizden haberi bile yok, ağlayıp duruyor…” , “Yeter yaaa içimden gerçekten ipini çekesim geliyor” diyebilir. Ve isterse ipini çekerler de…
Burada kişileri eleştirdiğimi sanmayın sakın, kesinlikle yanlış olur. Sorun sistemde. Böyle geldi, böyle de gidiyor. Örneğin; pilot okullarını ele alalım. Pilotluğa yoğun talep var, bu bir gerçek. Havayolu şirketlerimiz artan yolcu talebinde ne yapacak. Tabii ki, pilot bulmak zorunda ve bunların arasından da kurallar gereği bazılarını kaptan yapmak durumunda. Şirket bence haklı, onlar için önemli olan para kazanmak. X şirketinin kaptan yapmadığını, Y şirketi kaptan yapabiliyor, sistem buna uygun. Su bile akarken, kısa yolu seçiyor, bizler neden seçmeyelim? Değil mi ama(!) 
Bakanımız da haklı: Acele pilot sorununu çözün diye emir verebilir. Çünkü o da Başbakana sorumlu ve kendisine; “Nasıl gidiyor sizin işler Binali bey?” diye sorulduğunda, aynı havayolu yöneticisinin yetkili devlet erkânına verdiği yanıttaki gibi; “Sorun yok efendim, her şey yolunda!” demelidir. Çünkü; üst makamların, alt makamlardan sorun getirmesi pek istenmez.
Bu fırsat, pilot okullarını ticari yönden çekici yapmaktadır ve uçuş okulları pıtrak gibi bir anda çoğalmaktadırlar. Ticari mantalitede, talep çoksa, ilk olarak talebe cevap verip piyasayı tutmak önemlidir. Doğaldır ki, bu işin de kuralları vardır. Ancak, kurallarının olması yanlışı bir nebze de olsa önleyebilir. Ama kaliteyi değiştiremez. T.Hv.K. THK- SHYO- ve onlarca özel pilot okulu ve yabancı pilotların eğitim kaliteleri farklılıklarıyla sistem aşure olmuş, sapla saman karışmış durumdadır.
Hele, yabancı pilotlarla, yerli malı pilotlarımız ne güzel CRM sağlayarak uçarlar öyle değil mi? Sonra da sayın Bakanımız kalkar; “Pilotlarımız, dünya standartlarının üzerinde, çok kaliteli bir eğitime sahiptir!” der ve yaşanan bazı kazaları da; “Çok iyi eğitim ve tecrübeden kaynaklanan aşırı güven söz konusu…” diyerek işi bitirir. Birileri de bu söylenenler üzerine;  “vay be, bu eğitim ne kötü şeymiş! Baksanıza; güven doğuruyor, biz en iyisi eğitimi daha da azaltalım, tecrübelileri sistemden ayıklayalım, dolayısıyla pilotların kendine güveni kaybolur ve uçuş emniyeti işi hallolur” derse ne dersiniz? 
Evet, aslında sorun yoktur. Arada sırada saçma sapan konuşanlar çıkacak ve YILDIRIM gibi giden havacılığımızı eleştirmeye yeltenecektir. 
Olsun, her yerde bu tür münafık tipler bulunur der geçersiniz, iş biter. 
İyi haftalar.
 

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir